Anadili Türkçe olanların düşünce akışına, reflekslerine uygun, akıcı bir şekilde, önce daktilo şimdi klavye kullanmasını sağlayan İhsan Sıtkı Yener 91 yaşında hayata gözlerini yumdu. T24 sitesi, F klavyeyi bize armağan eden Yener'in biyografisini, çalışmalarını, önemini içeren uzun bir haber yaptı, lütfen hiç değilse göz atın.
Yıllardır F klavye konusunda yazmak isterim. Aslında her gün yazmak isterim. Bilgisayarlı âlemle birlikte, herkesin elinden Q klavyeleri alıp yere çarpmak ve herkese birer F klavye hediye etmek isterim. Ve tabiî bunları yapamam. Çünkü gücüm yetse bile mânâsı olmayacaktır. Çünkü aslında kimsenin Türkçe'yi doğru dürüst yazabilmek diye bir derdi yoktur. Çünkü aslında anadili Türkçe olanların kendilerini Türkçe ifade edebilmelerindeki başarı oranı, benim muhtemel sırıkla atlama derecemle falan kıyaslanabilir. Söylemek becerilemezken yazmak da neyin nesi? (Necmiye Alpay'ı kolayca hapse tıkıveren bir ülke burası sonuçta.)
Milliyetçiliği, vatanseverliği hiçbir olumlu sağlam zemine dayanmayan, tepkiden, hamaset ve şirretlikten ibaret bir negatif cehalet kültüründen meydana gelen cemiyetimiz, herhangi bir alanda göstermediği özeni gösterecek, emeği harcayacak da, Q klavye akınına mâkûl bir revizyon-dönüştürme uygulaması ve politikasıyla karşı duracak, çocuklarının ve gençlerinin kendi dillerini yazarken hiç değilse fuzulî bir maddî engelle karşılaşmasına meydan vermeyecekti öyle mi? Elbette olacak iş değildi.
Babam gazeteci olduğu, arada bir daktilosunu yenilemesi gerektiği için, sekiz yaşımda bir daktilo sahibi olmuştum. Eskisini bana vermişti. Bunun hayatımı doğrudan etkileyen birkaç sonucu oldu. İlki, aslında yazacak şeyim olmamasına rağmen daktiloyla oynaya oynaya hem bu alete hem yazma denen işleme yakınlık hissetmem. İkincisi, sonradan on parmak yazmayı öğrenmemi neredeyse imkânsızlaştıracak şekilde, kendime özgü bir yazma tekniği geliştirmem. Buna teknik demem sadece espri tabiî. Esas olarak altı-sekiz parmağı kullanmaya dayanan, zaman zaman küçük parmakların da devreye girmesiyle "alet çantası" on parmağa çıkan, her parmağın ne yapacağını bir şekilde bildiği, ama benim bunları bilinçli bir şekilde yönetmediğim, tuhaf bir... -başka kelime bulamıyorum, yine teknik diyeceğim- tekniğim oluştu. Üçüncü sonuçsa, on beş-on altı yaşıma geldiğimde artık on parmakçılarla kıyaslanabilir hızda kullanabildiğim bu tekniğin, o zaman "A klavye" veya "Alman klavye" denen bir klavye düzenine dayanmasıydı.
Bir vakit Türkiye'ye daktilolar bu klavye düzenleriyle gelmiş, babamın kuşağı da buna alışmış olmalıydı. Ancak bunlar bir süre sonra ortadan kalkmış, klavyeler değişmişti. Babam, yeni daktilo alması gerektiğinde, Sirkeci'deki yakın ahbabı kırtasiye dükkânı sahibi Necdet Amca'ya götürüyor, o da klavyeyi değiştirtiyordu. Daktiloda bu işi yapmak, ekranın köşesinden "Turkish Q"yu seçmeye benzer bir işlem değildi tabiî. Mekanik bir işti, ustalık istiyordu.
Zamanla ustalar ve kırtasiyeciler yok olmaya, daktilolar değişmeye başladı. Artık yaygın şekilde F klavye vardı. Söylediğim gibi, A klavyeye çok alışmış, müthiş hızlı yazabiliyordum. Birçok arkadaşımın okul bitirme ödevlerini ben daktiloya çekmiştim. Aynı zamanda birçok şey de yazmaya başladığımdan, daktilo artık hayatımdaki en önemli araçlardandı. Ve babamın bendeki eski daktilosunun artık sürekli sorun çıkarmaya başladığı bir dönemde, Brother'ın seri boşluk tuşlu muhteşem modeli çıktı. F klavyeliydi ve klavye değiştirtmek artık mümkün değildi.
O Brother'ı birkaç ay boyunca vitrinde seyrettikten sonra nihayet aldım. Ve on beş gün içerisinde, eskisinden hızlı yazmaya başladım. Yazarken nasıl bir rahatlık hissettiğime, kağıda aktarma işleminin nasıl otomatikleştiğine inanamadım. Nasıl tarif edebilirim? Diyelim zihin akışımızı muazzam yavaşlattık, fikir kelimelere, kelimeler harflere bölündü, hepsini tek tek seçebiliyoruz. Zihin ekranımızda beliren harfin kağıtta da belirmesi için geçen süre kısalmıştı. Çünkü anadilimde düşünüyordum, belirli bir bağlam içerisinde, neyin peşinden neyin geleceğine dair zihin sanki bize öneriler sunuyor, uygun parçayı seçtiğiniz anda, saliselik gecikmeyle o kağıt üstünde beliriyordu. Çünkü buna aracılık eden mekanizma da anadilimdeki kelime-harf akışını kolaylaştıracak şekilde düzenlenmişti. (İnsanların anadillerini yasaklamanın ne büyük ve "derin" bir suç olduğumu kavramamda bu tecrübenin de payı var mıdır? Şüphesiz!)
Bir defa, çocukluğumdan beri alıştığım klavyeden yenisine geçişin bu kadar hızlı olabilmesi çok şaşırtıcıydı. Sonra, bu geçişin yarattığı rahatlık hissi pek ilginç ve beklenmedikti.
F klavyenin ne muazzam bir icat olduğunu kavradığımda, bunun aslında, en azından Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri memlekette yapılmış tek kusursuz iş olduğuna hükmettim. (Marcin Wichary'nin "Sadece Türkçe bir daktiloya bakarak diller hakkında öğrendiklerim" başlıklı blog yazısı sizi bu konuda ikna etmeme yardımcı olacaktır.) Bir şey amaçlanmış, gereği yerine getirilmiş, bunu yaparken kimse öldürülmemiş, yok sayılmamış, başkalarına zarar verilmemiş, bu iş yararlı ve insanca başka bir işin zararına yapılmamıştı. Ve başarılıydı, amacına ulaşmıştı.
Kimbilir, belki bu niteliğinden ötürü de, anadili Türkçe olan toplum tarafından önemi, değeri asla kavranmadı, Q klavye akın eder etmez tu kaka edilip kenara atıldı. Hattâ tu kaka bile edilmedi. Varlığının bilincinde değildi kimse. Eğer "Türkler" devamlı tantanası edildiği üzre dillerine, kültürlerine düşkün bir ahali olsaydı, bilgisayarlı dünyaya geçişle birlikte klavye sorununun doğacağını öngörür, haydi bundan vazgeçtim, bari doğduğunu görür, Q yerine F klavyeyi yaymak için birşeyler yapardı. Fakat diyeceksiniz ki, anadilinde yazmak, düşünmek, ifade etmek diye bir derdi olmayan toplum klavye ile mi uğraşacak?
İhsan Bey uğraşmış işte. Nur içinde yatsın.
Şöyle bitireyim: Yazıyla ve Türkçe'yle işi olan genç kardeşlerim, bir süre F klavye kullanın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
(FOTOĞRAF: Babamın gazeteye götürdüğü günlerden birinde, Milliyet spor servisindeki daktilolardan biriyle kimbilir ne mühim birşeyler yazarken, devrin en ilginç spor foto muhabirlerinden Hüseyin (Kırcalı) Abi çekmişti.)