7 Ağustos 2014 Perşembe

Hakikat aramanın lüzumuna dair bir açıklama

İnternet ve özellikle sosyal medya, gazeteciliğin sınırlarını genişlettiğinden beri, zenginleşen haber alma-verme faaliyetine bir musibet eşlik ediyor: Yalan yanlışın muazzam bir hızla yayılması. Birisi "şöyle bir şey oldu" der demez, yüzlerce kişi bunu Facebook sayfalarında aktarıyor, bir o kadarı retweet ediyor. "Şunun fotoğrafı" diye herhangi bir sosyal medya mesajına iliştirilen bir fotoğraf, kısacık süre içerisinde, asla alâkasının bulunmadığı bir olayın simgesi haline, bir ikon haline gelebiliyor.

Bu durum kimimiz için büyük vahamet, kimimiz içinse sorun bile değil. Hattâ yanlışı düzeltmeye çalışanlar bazen tepkiyle karşılaşıyor. İki tür tepki var:

(1) "Canım, ne önemi var? Bu somut ayrıntı doğru olmasa da olay genel olarak şöyle şöyle değil mi?" Son örneği, İD'in tutsak aldığı Ezidi kadınları köle pazarı kurup sattığına dair iddia ve fotoğraf. Fotoğrafın bir yıllık olduğunu, bambaşka bir konuya ait olduğunu ortaya koyunca, şöyle bir karşılık alabiliyorsunuz: "Ne yani, İD kadınları esir almıyor mu, götürüp eş-cariye-köle yapmıyor mu? Satacaklarını söylemediler mi?" Bu tepki, Türk Millî Eğitimi denen makineye hammadde olmuş insanımızın hakikatle -galiba kurmak istemediği- ilişki konusunda fikir veriyor olabilir. Derin bir konu. Daha yüzeysel bir sebep ise, bunca yıllık medya tecrübesi olabilir. İnsanlar, şu ya da bu propagandif amaca yönelik olmayan, "haber" diye bir "cismi" tanımadıkları için, ona ihtiyaç duymuyorlar, lüzumunu da anlamıyorlar muhtemelen.

(2) "Bu herifleri mi savunuyorsun?" Daha militanca olan bu tepki, daha çok, tepki gösterenin hem hakikatle hem siyasetle ilişkisi hakkında fikir veriyor. Bu yaklaşım, apaçık, "düşmanın" kötülüğüne delil ve işaret olmayan herhangi bir bilgi-haber kırıntısını gerekli saymıyor, bununla da kalmayıp, zararlı sayıyor. Türkiye'de radikal muhalefet hareketlerinin ufkunu daraltan, zihnini körelten, görüş mesafesini sıfırlayan ve aslına bakarsanız, kendini kandırma tavrının sonucu olan bu yaklaşım ne yazık ki, bizim memleket gazeteciliğinin büyük bölümüne hükmetti, ediyor. Yani, ilk tepkinin nedenini araştırırken kazdığımız çukurla karşılaşıyoruz yeniden.

Şahsen, bu blog'u, kişisel maceralarımı veya ruh hallerimi döküp saçtığım bir günlük gibi düşünmedim, bir tür yayın organı gibi tasarladım. (Kişisel macera-ruh hali blog'larına karşı olduğumdan değil. Dünyayı kendi etrafında dönüyor sanmayan insanların yaptığı bu tür blog'lar da insanlığa fayda ve zenginlik elbette.) Esas mesleğim gazetecilik ve internetin sağladığı yeni imkânları kullanarak bir tür gazetecilik yapmaya çalışıyorum. Başka bir yazıda, gazetecilikten ne anladığımı uzun uzun anlatmaya çalışırım. Şimdilik şununla yetineyim: Hakikatin peşindeyim. Çünkü yeryüzünde adaletin peşindeyim. Adalet mücadelesinin niçin hakikate bir tür özel bağlılıkla birlikte yürümek zorunda olduğu, yine, derin mevzu; umarım bunu da geniş geniş tartışma şansı olur.

Bu blog'un yanısıra, bir süredir Twitter da kullanıyorum. Arkadaşlarımla, bir kısmıyla orada tanıştığım eş dostla sohbet veya bilgi alışverişi dışında, iki amacım var: (1) Fotoğraf, film, yazı gibi ürünlerimin duyurusu, (2) Habercilik-yorumculuk, yani yine gazetecilik. İkincisinin, bu blog'u da besleyeceğini ve buradan besleneceğini, yani iki koldan, tek tabanca internet dönemi gazeteciliği yapabileceğimi varsayıyorum. Güzelliği, hem hiç tek tabanca kalmaman: Hemen birileri de el atıyor, yardımcı oluyor, bilgisini paylaşıyor, link veriyor... ve o an için, sadece tek konu etrafında oluşmuş bir "örgütlü" çaba meydana çıkıyor. Hem yeni bir durum hem yararlı hem çok güzel, bu arada.

Sorun hakikatte mi bizde mi?


Çok kısaca işaret etmeye çalıştığım, bu kadarıyla da anlaşılacağını umduğum yaklaşımım nedeniyle, gazetecilikte öncelikli işin şüphelenmek olduğunu da unutmadan, bu devirde kolaylıkla haber alan-veren herkesi bir tür "hakikate sadakat" çizgisine çağırmak için uğraşmayı zorunlu sayıyorum.

Siyasî amaç-çıkar için gerçeği eğip bükmekte sakınca görmeyenler, gazeteci değil propagandacıdır. Bir dava insanıysan, elbette davanı ilgilendiren haberlerle ilgilenir, onlara öncelik verirsin. Hiçbir gazeteci bütün dünyadan sorumlu olamaz. Bombardıman altındaki Gazze'ye giden Batılı gazetecilerin çoğunluğu şüphesiz oradaki İsrail zulmünü onaylamayan kimselerdir. Tercihler, yakınlıklar olur. Ama alıp verilecek şey haberse, küçük hesaplara girmeksizin, şu uzun vadeli ve çok kapsayıcı soruya cevap vererek işe başlamak gerekir: Hakikat, uzun vadede - son tahlilde (meşrebinize göre birini seçin), kimin işine yarar?

Olabilir, bu memlekette en doğru, dürüst olması beklenenler hakikatle ilişkilerini kesmiş, ondan hoşlanmıyor, çoğu zaman ona kızıyor, bu yüzden onu durmadan başka renklere boyuyor, orasından burasından kesiyor, biçiyor, şekilden şekile sokuyor olabilir. Hakikatle fazla uğraşmanın, yalanlarla kurulmuş binalar için tehlike arz ettiğini sezenler, sıranın kendi yalandan binalarına geleceğini görüp bu yüzden sahici haberciliğe tepkiler gösteriyor olabilirler. Yalanla kazanılmış mücadelenin, sürdürülen konumun neye benzediğini görmek isteyen, AKP liderinin şu andaki durumuna baksın.

Yukarıdaki soruyu şu şekle sokup sorunca eminim çok kişi rahatsız olacaktır: Hakikat, uzun vadede - son tahlilde (meşrebinize göre birini seçin), bizim işimize yaramıyorsa, bizde bir kelek olmasın?

Bitirmeden, bir rica


Özellikle Twitter'da, "bu fotoğraf şunun değil", "bu bilgi yanlış, doğrusu şu" diyen insanın, bu doğruya ulaşmak için emek harcadığını gözetelim. Ben ilaveten saygı duyayım, duymayan duymasın. Ama böyle bir çabanın gereksizliğini ilân etmek, hem cesaret ve heves kırmak hem de hakikat düşmanlarının, bilgi hokkabazlarının değirmenine su taşımak "gerçekten" iş değil.

Bundan böyle, Twitter'da olgu-bilgi doğrulamaya çalışırken sözkonusu tepkilerle karşılaşırsam, artık bu yazının linkini vermekle yetineceğim.