11 Ağustos 2014 Pazartesi

Önümüzdeki maçlara nasıl hazırlanmalı?

Bize üç şey lazım: İlki azim. Neyse ki mücadeleyi öğreniyoruz. AKP'nin topluma en büyük faydası, eskinin kurulu düzencilerini bile armut piş ağzıma düş felsefesinden bir ölçüde kurtarmak oldu. Anladılar ki, hak istiyorsan, şöyle değil böyle yaşamak istiyorsan, artık ötekileri bastıracak orduya şuna buna güvenemezsin. Kendin mücadele edip kazanacaksın veya koruyacaksın. Böyle yaptığında da, baskıya ve yine birilerinin sindirilmesine dayalı Eski Türkiye'nin elemanı olmaktan çıkacaksın ister istemez. Şeytan kulağına kurşun, demokrat bile olabilirsin bunun sonunda! Kullanılmayan oylar, bunların yolaçtığı oranlar, bu gerçeğin kavranmasına katkıda bulunacak; tersten.

Mücadele, bizimki gibi ülkelerde, devletin karşısında, her türlü tehlikeye açık olmak anlamına gelir. Yani biraz... birazdan fazla cesaret ve kararlılık ister. Yani azim. Genel olaraksa günümüzün özellikle büyükşehir kültüründe tamamen tukaka edilmiş bir şeyi, örgütlenmeyi, bazen kendi bireysel istek ve çıkarlarından vazgeçmeyi, bazen bugünün insanına kâbus gibi görünen bir durumu, topluluğun sıradan bir parçası olmayı gerektirir. Evet, bunları Gezi isyanı sürecinde biraz öğrendik; yapabiliyoruz.

İkinci ihtiyaç, sabır. Demokrasi, birilerinin lütfuyla, üç-beş ricayla elde edilecek bir armağan falan değil.

Bugün Batı'da insanî ne varsa, alt sınıfların, ezilenlerin, emekçilerin, özellikle işçilerin, uzun yıllar süren, büyük fedakârlıklar gerektiren mücadeleleriyle kazanıldı. Kapitalistler ve esas olarak, onların hegemonyası altında bir toplum işleyişini gözetmek durumunda olan devletler, baktılar ki, bir tür uzlaşma hattı oluşturmadan bu düzenler sürdürülemeyecek, "sosyal devlet" tavizlerini modern devlet-toplum ilişkisinin vazgeçilmezi haline getirdiler. Tesadüfe bakın ki, Batı'nın kendini ezilenlere verilmiş tavizlerden kurtarmak için utanmazca didinmeye girişmesi, bizim darbe bataklığından neoliberalizm çukuruna yuvarlandığımız 1980'lerdedir.

'80'ler ve neoliberalizm dendiğinde, kapitalistlerin saf kâr amaçlı faaliyetini sınırlayacak her türlü denetimi ("kamu") ekonominin dışına atan Milton Friedman, "tarihin sonu"nu ilân eden Francis Fukuyama ve bundan sonrasının sınıflar değil medeniyetler savaşı olacağını vaaz eden Samuel Huntington şüphesiz yazar-çizer tayfasının öncelikle aklına gelir. Ama bu dönemin insanî bakımdan neye denk düştüğünü ancak Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Turgut Özal'ın fotoğraflarını yanyana dizdiğinizde hissedersiniz. Şu anda içinde yaşadığımız vahşi kara düzen, kapitalizm koşullarında bile kaçınılmaz değildir. AKP'nin bunu sarmaya çalıştığı takdir-i ilahi kılıfına sığacak cinsten, hiç değildir. İnsanlık olarak kaybettiklerimiz, zamanında kazanılmıştı, yine kazanılabilir. Ama bunun için gösterişli saman alevleri yakmak yetmez. Gezi Parkı'ndaki ortam muhteşem bir alternatif hayat tasarımıydı, eyvallah, ama yaşadığımız hayatta kalıcı bir değişim yaratabilmek için birkaç günlüğüne, birkaç haftalığına parlayan yıldızlar yetmez. Uzun uzun, ince ince uğraşılması şart. Bu da sabır işi.

Gelelim üçüncü ihtiyaca: Neyi istemediğimizi ve neyi istediğimizi hâlâ çok eski, çok sığ, sanayiye götürüp toplattırsan da fayda etmez bir zihniyete ait, eciş bücüş olmuş kavramlarla ifade ediyoruz. Hem siyasî ahlâk hem de anti-demokratiklik, hattâ otokratlık bakımından, mücadele ettiğimiz iktidar partisinden daha da beter, şaibeli hareketlerle birarada bulunmanın bizi daha iyi bir toplum hayatına ulaştırmayacağını bir türlü kabul etmek istemiyoruz. Bazen daha kalabalık olmak sizi daha güçlü yapmaz. Aksine. Şimdiye kadar, yanlış insanlarla birarada olmaktan ötürü zayıf düşmenin sayısız örneğini gördük. Biz başkalarının otokrasisini reddediyor ve "bizimkilerin" diktasını mı istiyoruz? Bunu istemediğimizden emin olmalıyız. Dikta kurulduğunda başına asla iyiler geçemez.

Her türden diktacıyla mesafemizi açmalıyız. İkincisi, bu memleketi siyasetsiz, dahası, kültürsüz, daha dahası, medeniyetsiz yapma yarışına çıkmış iki ana zihniyetin elele tutuşup çizdiği ayrım çizgisini yok saymalıyız. Bu toplum, çağdaş-laikler ile gerici-dindarlar şeklinde ikiye bölünmüyor. Her toplum gibi, egemenler ve ezilenler olarak bölünüyor. Sonra, vicdanlılar ve vicdansızlar olarak bölünüyor. Sonra, eşitlikçiler ve elitistler olarak bölünüyor. Sonra, demokratlar ve ırkçılar olarak bölünüyor. Kapıcısına böcek muamelesi yapan laik-çağdaş üst-orta sınıfın başbakan ve AKP'den rahatsız olmasına yolaçan içsel dürtülerle, özgürlük ve demokrasi isteyenleri harekete geçiren bilinçli tercihler biraraya getirilebilir mi? Ahlâklı, vicdanlı dindar insanların AKP'den kopunca gidecekleri yer neresidir? Var mı böyle bir yer? "Eski Türkiye" denen gulyabaninin bugün hâlâ varlığını sürdürebildiği açık alanlardan birinin "muhalefet" safları olması tuhaf değil mi? Muhalefet denen amorf yapının bir bölümü aslında düpedüz, ordu hegemonyasındaki Eski Türkiye'yi, bir kısmı Kürt'e Kürt denemeyen günlere dönmeyi istiyor.

"Eski Türkiye", bir Tayyip Erdoğan uydurması değil. Böyle bir şey vardı. Kimin hükmettiğini bile açıkça göremiyorduk. Faili meçhul cinayet ya da gözaltında kayıplar, Eski Türkiye'nin tartışmasız simgeleridir.

Ancak "Eski Türkiye", bugünkü muktedirlerin uydurması olmadığı gibi, onların tarif ettiği gibi de değildi. Hıristiyanları öldürürken, kovarken, mallarını mülklerini yağmalarken, evlerini işaretleyip Alevileri katlederken veya "komünistlere" karşı, dünkü "eski"lerle bugünkü "yeni"ler hep biraradaydı.

Demek istediğim, özgür ve demokratik bir memlekette, eşit haklarla, işçileri beşer onar kurban etmeden, gençleri bunaltmadan, kimsenin namazına başörtüsüne, eteğine şortuna karışmadan, imam hatip isteyenin orada uhrevî sırlara ereceği, ateistin şurada tanrılarla cenk edeceği, isteyenin istediği dilde okuyacağı yazacağı, eğitim göreceği bir hayat sürmek istiyorsak, önce, kim bizimle, kim karşımızda, onu bilmeli, belirlemeliyiz. Türkiye'de bütün bunları sadece kendisi için değil herkes için isteyen insan azdır. Ama böyle bir gelecek tasavvurunu sindirmişseniz, sayınız önemli değildir. Sayıya bakamazsınız. Çünkü özgürlük ve eşitlik hayali biryerlerde pırıl pırıl parlamalıdır. Onu boyayamazsınız, çamura bulayamazsınız. Birileri gelip üstüne gaz atar, zehirli su sıkarsa bundan zarar gelmez; siz kirletirseniz kirlenir.

Bir çizgi lazım bize. Bir emniyet şeridi. Başka bir yerden geçen. Bugün ayrı duran birilerini aynı tarafta bırakacak, yanyana duran bazılarını birbirinden ayıracak. Bu cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, böyle bir çizgiyi doğru yerden çekmeye girişmenin bile ne kadar ferahlatıcı, canlandırıcı, teşvik edici ve tabiî iç temizleyici olduğunu gördük. Yukarıda bahsettiğim pırıltı görüş alanımızdan şöyle bir geçti sanki, ha? Devlet dersinde öldürülen çocukların eline renkli tebeşirler verebilsek şak diye doğru yerden çiziverirlerdi bu çizgiyi.