26 Temmuz 2014 Cumartesi

Cemaat ile aynı dünyada mı yaşıyoruz?

Hükümet, Cemaat'le ilişkili polisler ve şeflerine yönelik operasyonu tam bir rezilliğe dönüştürdü. Usûl tanımama, hukuksuzluk filan gibi yapısal meseleler bu operasyona özgü değil, bir kenara bırakalım. Arkadan kelepçelenmiş polis müdürleri, şüphesiz bir kabadayılık gösterisinin simgeleri. 76 milyonluk bir ülkede iktidarın hakkını verebilecek iktidar sahiplerinin tenezzül etmeyeceği türden, tam küçük adam işi mizansenler.

Niyeyse, bu operasyonun başındaki isim olmaya en çok Efkan Ala'yı yakıştırıyorum. Niye, bilmiyorum.

Kısa süre öncesinin heybetli polis şeflerini ellerini arkalarında birleştirmiş, fotoğraf makinelerinin menzilinden çıkmaya çalışırken gören herkesin aklına şüphesiz aynı manzara geliyor: Kelepçelenmiş Kürt siyasetçilerin meşhur fotoğrafı. Bu sahne zihinlerde beliriyor ve güncel, somut sahnenin içerdiği anlamı değiştiriyor. Polis müdürlerinin bileklerine takılmış kelepçeler, kelepçe gibi algılanmıyor. Kimileri bu kelepçelere tatil yeri bilekliği muamelesi yapıyor: hesaplar birikmiş, ödenecek. Oysa kelepçe sahici. Polis müdürlerinin, bu kadarını beklemediklerini belli eden yüz ifadeleri sahici. Kolay değil, "Alın bunu!" starlığından, alınan rolüne indirilmek.

Bu bir cezalandırma operasyonu. Gerçek suçla, hattâ disiplin meseleleriyle, hukukla, usûlle ilgisi yok. Hükümet eski müttefikine diz çöktürmek istiyor. Dolayısıyla birileri tutuklanacak. Simgesel, ses getirecek isimlerden birkaçı. Ömürlerinden bir parça kesilip alınacak. Çalınacak. Polis şeflerinin haksız yere içeri atılacak oluşu, kimse haksız yere hapislerde çürümesin diye uğraşıp didinenleri de harekete geçirmiyor, daha önce haksız yere ömürlerinden yıllar çalınmış olanları da üzmüyor. Neden? Herkesin cevabını bildiği, yalnız Cemaat'tekilerin asla duymadığı soru.

"İlk"ler yaşanıyor


Polise yönelik Cemaat operasyonu, bir yandan kaçınılmazdı, çünkü hükümet, Cemaat ile kapışmayı getirdiği ve kapışmanın algılanmasını istediği düzeyde, daha fazla eylemsiz kalamazdı. Gün geçtikçe bu konudaki inandırıcılığın aşındığını tesbit etmiş olmalılar ki, saldırıyı cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasına erteleyemediler. Çünkü ne de olsa Cemaat tabanından bir miktar oy alacaklardı. Hükümet açısından konu edilecek çok özel bir şey yok. Belki azıcık nüans ekleyerek şunu tekrarlasak yetecek: Bu operasyonla hükümet, hukuk diye bir yapının Türkiye Cumhuriyeti'nde artık bütünüyle ilga edildiğini, bundan böyle kimsenin hukuka güvenemeyeceğini kesin dille duyurdu. Bu bir duyurudur: hukuk benim! Hükümete kafa tutmaya cüret etmiş koskoca polis müdürlerini bu hale düşüren, sıradan faniye neler yapmaz!

Bu "flaş" gelişme, bütün gürültüsüne rağmen, polise yönelik Cemaat operasyonunun getirdiği önemli bir yenilik değil. İktidar partisi, özellikle lideri, adımlarına engel olacak herhangi bir hukukî yapıya tahammül göstermeyeceğini her vesileyle dile getiriyor, yasama ve yargıyı fiilen yok etme planını gizlemiyordu.

Son operasyona rengini veren, bu değil; ilk defa şahit olduğumuz bir hadise: "Hizmet gönüllüleri"nin hak arama mücadelesi için "sokağa" çıkması. Bu olgunun öbür yüzü, yine bir ilk: Cemaat, gözaltına alınan polislere açıkça sahip çıktı, hükümetin "kanun benim!" duyurusuna karşılık, "elemanlar benim," demiş oldu.

Böylelikle, şimdiye kadar başkalarının onlara atfettiği, kendilerinin resmen reddettiği ilişki ve ağın varlığına dair tartışmasız bir kanıt sunmuş oldular. Savcılara da operasyon çekilirse, bu alanda da aynı kanıtı sunacaklar, bu kesin; çünkü polisler için Adliye önünde nöbete giden ahali, bu defa savcılar kelepçelenip götürülürken herhalde ortalıktan toz olmayacak. Böylece, "polis ve savcıları örgütlemiş Cemaat" tablosu, hayal ürünü olmaktan çıkıyor, ete kemiğe bürünüyor.

Ne fark eder, herkes zaten biliyordu, diyebilirsiniz. Öyle değil. Çok şey fark eder. Bu, muazzam bir güven zedelenmesi yaratacaktır. Cemaat'e yakınlık duymayan, ancak haklarında ileri sürülenlere de itibar etmeyen geniş bir kesim için. Belki Cemaat'in elinin kolunun nerelere uzandığına dair fazla bilgisi olmayan taban için bile. Sonuçta, "Türk okulları", "dershaneler", "eğitim yuvaları", "yurtlar", "gençlere destek"... motifleri, bir din âlimine yakınlık ve onun sözüne uymakla elde edileceği umulan iç huzuru ve bağışlanma-temizlik, kabul edelim ki, pek çok insan için, Cemaat'e yakınlaşmanın esas güdüleri olmuşlardır. Bol kutsallıkla perdelenmiş bu mizansen içerisinden, çeşitli organize işler peşindeki polislerin, savcıların eylemlerinin herkese görünmüyor, bilinmiyor olması elbette muhtemeldir.

Yakın dönemin, ortaya döküldüğünde çok baş ağrıtacak polis-savcı marifetleri o kadar fazla ve çeşitli ki, Cemaat'in polis müdürlerinden herhangi birinin bunlardan birine, ikisine karışmamış olmaması zayıf ihtimal. Eğer organize bir şekilde, "madem öyle, beraber batarız" isyanına girişmezlerse, hükümet çoğunu kolaylıkla bertaraf edebilir. Öyle anlaşılıyor ki, Cemaat, başbakan ve yakın çevresine o beklenmedik savaşı açarken, hasmının "kapasitesini" hiç mi hiç öngörememiş.

Bu öngörüsüzlük, Cemaat açısından bir başka handikapa da yolaçıyor. Cemaat'in devlet içindeki örgütlenmesini ve faaliyetini bilen ve Cemaat'in gücüne aşırı güven duyan insanların morali epey bozulacak. Darbeci subayları, devletin katil şebekelerini yönetmiş paşaları, anlı şanlı yazarları, gazetecileri tuttuğu gibi içeri atan, 17 Aralık ertesinde her gün ortaya bir tape çakan, Tayyip Erdoğan gibi bir öfkeli muktedire kafa tutan bir güce yakın olmaktan insanların aldığı tatmin duygusu ve bu sayede pekişen bağlılıklar riziko altına, sallantılı bir döneme girecek.

Aşağıda yeniden değineceğim: Cemaat'tekilerin dünyayı algılamakla ilgili çok ciddî sorununun olduğundan şüpheleniyorum. Kendi yarattıkları gerçeklik gözlerini öylesine alıyor ki, sanıyorum, bundan başka hakikat göremiyorlar. Öbür ihtimal, çoğu zaman çocuk kandırma amacıyla yapılıyormuş gibi duran güdümlü izahatlarının, manipülatif yorumlarının ve özellikle gerekçelendirmelerinin sahiden bizi kandıracağını varsayıyor olmaları.

Cemaat'e başka kimse sahip çıkacak mı?


Bu acılı soruyu Cemaat'in önde gelen insanları soruyor mudur, bilmiyorum. İzlenimim, henüz bunun gereğini kavramadıkları yönünde. Halbuki acilen sormalılar. Kendilerine hınçla bakan, belki "oh olsun!" diyen insanların hiç değilse bir kısmının haklı olup olamayacağını düşünmeliler. Çok kısa süre öncesine kadar şu başımızdaki küstah ve zalim muktedirlerle iktidarı paylaşmıyormuş gibi yapamazlar ki!l

Bugün zulme uğradığından bahsettiğimiz insanlar, TC devletinin polis şefleri! Aralarında hiçbir işkenceye katılmamış, kimseye haksız yere zor kullanmamış, devletin verdiği yetkiyi başka özel amaçlarla (Cemaat işleri dahil) kullanmamış, sadece "hırsız yakalamış" olanları varsa, onlar için hep beraber seferber olalım. Ancak, hele geçtiğimiz yıllardaki -üstelik önemli- birtakım davaların yürütülüş tarzına, Cemaat mağdurlarından Ahmet Şık'ın deyişiyle Cemaat'e "dokunanın" nasıl yandığına şahit olmuş, Cemaat'in TV kanallarından cerahat gibi akan Kürt düşmanlığına uzun zamandır maruz kalmış bunca insan, herkes elini vicdanına koysun, tam da şu noktada hazin hazin gülümsemez mi? Polis şeflerinden tutuklanıp cezaevine konacaklar olursa, eminim, birileri kelepçeli KCK gözaltıları fotoğrafını çerçeveletip onlara gönderecektir.

Yarattıkları nefret, "kefen giymeden vatan için ölmeye geldik" naralarıyla giderilecek cinsten değil. Üstelik, bunca insanı mağdur etmişken, mağdur olduğunuz ilk anda "vatan için ölmek"ten dem vuruyorsanız, bir çeşit taraftarlık bağıyla bağlı insanlar dışında kimse size güvenmez. Bu, Türkiye Cumhuriyeti'nde doğup büyümenin insana kazandırdığı bir haslettir: birileri davasını elinde bayrakla savunuyorsa, "vatan için ölmek"ten bahsediyorsa, onun, arkasına devlet gücünü alıp bizi öldürebileceğini biliriz.

Bu yüzden, normalde devlet zulümlerine karşı harekete geçmesi beklenecek demokrat, solcu, "Gezi'ci":) vs. kitlenin şu anda mağdur edilenlerin kimliğini, geçmişini bir yana bırakıp haksızlığa isyanda Hakan Şükür ve Ekrem Dumanlı'ya destek vermesini beklemek hayal. Tabiî Cemaat bir kontra çekip öyle bir özeleştiri yapabilirdi ki, demokratım diyen insanlar mevcut haksızlığa da karşı çıkmak zorunda kalırdı. Ama öyle görünüyor ki, bu ancak dünya yıkılıp yeniden kurulduğunda mümkün olabilecek. Kendi hakkındaki bu "kusursuzluk" yanılsaması ve bu devlet-içi sabıkasıyla Cemaat'in toplumun başka kesimlerinden destek bulması, dayanışma görmesi imkânsız. Böyle bir desteği görebileceği, farklı bir varoluş tarzını Cemaat'in aklından bile geçirmediğinin işaretleri de bol.

Cemaat ile tartışmanın imkânsızlığı


Şimdiye kadar Cemaat ile ilgili -gayet edepli- birkaç yazı yazdım. (Meselâ: "Cemaat dışarıdan nasıl görünüyor?") Bunlar üstüne, Cemaat'e yakın çeşitli insanlarla tartışmalarımız oldu. Twitter'da da, münasip üslûpla itirazlarını dile getirenlerle ve tabiî hot zot edenlerle karşılaştım. Bütün bu iletişim tecrübesinin ortak özelliği şuydu: Cemaat'e mensup veya yakın hiç kimse, bu örgütlü topluluğun da birtakım yanlışları olabileceğini, hattâ en ufak yanlışı olabileceğini kabul etmiyordu. Ne devlete tapması, onlar demokrasinin en tutkulu aşıklarıydı! Milliyetçilik mi! Hâşâ! Kürt düşmanlığı? Ne münasebet! Örgütlü mü? Ne örgütü? Polis, savcı? Vatanperver insanlara iftira atılıyor! Ramazan Akyürek? Asla bizimle alâkası yok, hiçbirimiz tanımayız bile! Hrant öldürülürken, cinayet örtülürken Ali Fuat Yılmazer neredeydi? Haberi bile yoktu adamın, çamur atmayın!

Bunları anlatmamın sebebi, teşhis ettiğimi sandığım bir tuhaflık. Cemaat'ten insanlarla aramızda, (1) basitçe, karşımızdaki gerçekliği algılama ve anlamlandırma konusunda, (2) düşünme-tartışma yöntemi konusunda muazzam farklılıklar var. STV'deki diziler aracılığıyla yapılan Kürt düşmanlığından sözettiğinizde, hemen "Hocaefendi"nin şu demecine veya Cemaat'i temsil kabiliyeti olan birinin şu yazısına yönlendiriliyorsunuz. Oralarda size söylenen şeyleri söylendiği şekliyle bulamadığınız gibi, bulduğunuzla yetinseniz, yine ilk sorunuz geçerli kalıyor, üstelik iş daha da karışıyor: Madem böyle düşünülüyor, o halde o Kürt düşmanlığı niye yapılıyor? Cemaat'in emeli demokrasiyse, niye öncelikle polis ve savcılar arasında örgütleniyor? Bu soruyu soramıyorsunuz bile, çünkü böyle bir şey yokmuş gibi davranılıyor(du). Yine Hocaefendi'nin demokrasiyi övdüğü bir vaaza vs. yönlendiriliyorsunuz. "Türkçe Olimpiyatları" nedir? Cemaat'in olmazsa olmazı gibi bir milliyetçilik hadisesi var ortada, kimse bunun varlığını bile kabul etmiyor. Her türlü tartışma konusu, komedi filmlerindeki sabun gibi, bir türlü tutulamıyor, kayıp oraya buraya fırlıyor.

Bir süre öncesine kadar Cemaat hakkında daha katı düşünüyordum. 17 Aralık süreci beni iyice korkuttu. "Kim bilir neye güveniyorlar..." diye geçirdim içimden. Arkadaşlarımla, meşhur ses kayıtları üzerine, "intihar saldırısı yapıyor olamazlar herhalde" diye tartıştık. Oysa gördüm ki, ortada öyle yıkılmaz bir güç yok. Birçok alanda doğru dürüst kalifiye elemanı olmayan, bu açığı Cemaat kadrolarıyla kapatabilen bir hükümet bile dönüp sarsıcı darbeler indirebiliyor Cemaat'e. Buradan hareketle, Cemaat'in belki de hem kendi konumunu hem karşısındakinin kapasitesini yanlış değerlendirdiğini düşündüm. Bahsettiğim tartışmalara girince, Cemaat'çilerin "gerçeklik sorunu"nu daha bir fark ettim. O zaman, bütün o fuatavni debdebesi gözüme başka türlü görünmeye başladı. Sanırım, hem güç ilişkilerini yanlış tarttılar hem kendilerine atfettikleri vazgeçilmezlik gözlerini bağladı.

Bitirirken, bütün bu meseleyi kavramakta herkes için hayatî olduğuna inandığım bir soruyu ifade etmeye çalışayım: Polisin cinayetlerinden, saldırılarından, genç polislerin kinle, hınçla dolu eğitilmesinden, polisin her vukuatında bozulan mobese kameralarından, delil karartmalardan, delil icat etmelerden sorumlu görülmek için Cemaat bundan daha fazlasını yapamazdı. Düşünün, daha savcılar-davalar faslına gelmedik bile. Böyle bir konumda, aynı burnundan kıl aldırmazlıkla devam edebileceklerini sanmaları, Cemaat için yolun sonu demektir. Çok derinlere inen, köklü bir özeleştiri ile, başka bir varoluş tarzına evrilmeleri mümkün mü, onu ben bilemem. (Mustafa Akyol, Cemaat'i "topuz"u değil "nur"u tercihe davet ediyor: "Cemaat, Nur ve Topuz") Ancak, bunu denemeye dahi kalkışmazlarsa, iktidar odaklı bir varoluş perspektifinin bir dinî cemaati nasıl eritip yok ettiğine dair bir öykünün kahramanı olarak anılacaklar.

Tek tesellileri, mevcut iktidarın utanmaz arlanmazca çalıp çırpma işlerine bulaşmamaları ve bunları ortaya çıkarmanın gururu olacak. Bu da öykünün bir yerinde geçecektir mutlaka. Tabiî henüz tam bilmediğimiz, "bu kavga niye çıktı, bu çatlak niye oluştu?" sorularının, "kavga bir yerden patlak vermese biz bu yolsuzlukları bilecek miydik?" sorusunun cevaplarıyla birlikte.