Eski Türkiye bayağı kofmuş. Karşısındaki kafayı gömmek yerine diklenince pısıp kaldı. Heybetinden beklenmeyecek ölçüde çabuk teslim oldu. Dünya değişmiş, o ayak uyduramamıştı, biraz bundandı. 1990'lar boyunca, her gün biraz daha çirkinleşmiş, sokak ortalarında katlettiği Kürtler boyun eğmedikçe hırçınlaşmış, çirkefleşmiş, şirretleşmişti. Sonunda, Hrant'ı ölüme sürükler ve katlederken, tepeden tırnağa ne mal olduğunu ortaya döktü. Varabileceği yer buydu, varmıştı. Faşist sürülerine ezcümle "azınlık" ve zararlı unsurları katlettirecekleri bir içsavaşı tezgahlayamadan ömrünü tüketti. Çünkü kendisini koruyan tılsımı büyük depremde enkaz altında yitirmişti. 1999 depreminde, yıkıntıların arasından kurbanları kurtarmaya çalışan yurttaşların elfenerleri devletin çirkin suratını aydınlatıverdi. O güne kadar "ben sizin babanızım" diye dövüp sövdüğü insanlar onun baba falan değil, eve çöreklenmiş, sırf kendi keyfine bakan bir zorba olduğunu anladılar. Bütün yiyeceği saklamış, yalnız kendi odasını ısıtmış, sokağa, arka bahçeye dair yalanlarla ev halkının yüreğine her gün yeni korkular salmıştı. Bütün bunları sadece kendisi için yapmış, evdekileri korumak üzere, üstlerinde hak iddia etmesini hiç değilse azıcık meşru gösterecek kadar dahi hazırlık yapmamıştı.
Yeni Türkiye, afra tafrasını yıkılmış binaların, çökmüş asfaltların altında bırakan Eski Türkiye'yi birkaç fiskede kıç üstü oturttu. Oturtur oturtmaz da elini uzatıp yeniden ayağa kaldırdı. Onu saklandığı yerden çıkması için yüreklendirdi, "Korkma," dedi, "direksiyon bende, o kadar." Hrant Dink cinayeti soruşturması ve davasının altı buçuk yıllık macerası ve şu anda, yedi buçuğuncu yılda geldiği aşama, Eski Türkiye-Yeni Türkiye tantanalarının olurunu olmazını apaçık ortaya döküyor. İşçilere, emekçilere bakarken Yeni Türkiye'nin yüzüne yerleşen tiksinti ve azıcık da korkuyla karışık iğrenme ifadesiyse, tâ 1980'lerden bu yana beslene beslene büyümüş bir şımarık zengin çocuğunun olağan halidir. Türkiye'nin "namaz kılan ilk cumhurbaşkanı", aynı zamanda, vicdanı iptal edin, yoksulun üstüne basın geçin, demiş bir adamdı. Tarihinin hiçbir döneminde Türkiye'nin emekçileri, cumhurbaşkanı koltuğunda oturan birini sloganlarında anmamışlardı; Özal'ı andılar; "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı" gibi bir slogan, kaza eseri veya öylesine espri değildir. 1980 sonrası Türkiye'de işçi düşmanlığının partiler üstü niteliğini anlatır.
AKP'nin Yeni Türkiye'si, canlandırılmış eski devletin ve otuz yıldır süren işçi düşmanlığının üzerine serebileceği örtülerle birlikte geldi. Bu örtme işi bir ölçüde sonuç veriyor. Ama hiç beklemediğin yerinden yırtılmak böyle örtülerin fıtratında var. Eski Türkiye de kendini her türlü anarşist, komünist, bölücü, terörist, mürteci, misyoner, Alevi... iç tehdide karşı tahkim etmiş etmiş, giderek, başka hiçbir işlevi kalmayan koskoca bir tahkimata dönüşmüştü. Büyük Marmara depremi, tek dokunuşta kırdı döktü, parçalarını yerlere saçtı. Hükmettiklerine kabul ettirdiği zoraki sözleşme depremde yırtıldı. Soma'daki maden faciası da Yeni Türkiye'ye aynı şeyi yaptı. Şu anda anlaşılmıyor; yara henüz sıcak. Eski Türkiye'nin yıkılışının, ortaya çıktıkları sırada derin anlamı hemen kavranamayan sembolik görüntüleri, devletin izine hiçbir şekilde rastlanamayan, harap olmuş sokaklarda enkaz altlarından yaralı çıkaran, tanışmadıkları halde birbirlerine sarılmış ağlaşan sivillerdi. Yeni Türkiye'nin kaderinin çizildiği an olarak da, iki özel harekâtçının yere yıktığı göstericiyi tekmeleyen başbakanlık müşavirinin görüntüsü tarihe geçti. Görüntü ondan, ses de liderden: "Başbakanı yuhlarsan tokadı yersin." Yıllar sonra, bu muazzam oy desteğinin nereye gittiğini, bunca zaman hükmettikleri topraklarda nasıl olup da hiç sevilmeyen adamlar haline geldiklerini düşünürken, bugünün muktedirleri, o tekmeyi ve bu repliği hatırlayacaklar.