Dün geceden beri, elim titreyerek, yüreğim hoplayarak, sokağa fırlamayı, önüme çıkan her vicdanlı-ahlâklı insanı tutup uyarmayı istiyorum. Kurulan tuzakları, devletin cibiliyetini ve taktiklerini anlatmayı istiyorum. Sana mı düştü? Evet, özellikle bana ve benim, "12 Eylül öncesi" denen meşum zamanı sokaklarda geçirmiş akranlarıma düşer. Biz, memleketin dört bir yanında kitlesel bir mücadelenin yeşermesini, yükselen bir dalgaya dönüşmesini, 600 senelik entrikacı, gaddar, hunhar bir devletin buna karşı giriştiği operasyonları, sonunda her şeyin başımıza yıkılışını yaşadık. Bu yüzden, zamanında yaşanmışlardan bugüne dair birtakım dersler, bir erken uyarı mekanizması çıkabiliyorsa, bunu dile getirmek herkesten önce bizim görevimiz.
Birçoğumuz bu görevden kaçacaktır. Yüzde yüz. Çünkü insanların gayet haklı olarak galeyana geldiği durumlarda, üstelik karşında sürekli olarak senin sinirlerini törpüleyen, sabrını sınayan, seni üstüne saldırtmak için her yolu deneyen bir kışkırtıcı, kötü yürekli bir muhatap varsa, öfkesini en sert üslûpla dile getiren, en radikal lafları eden, en çok bağıran, en korkusuz, en uzlaşmaz gözüken, puanları toplar, itibar görür. "Aman dikkat edelim," diyen de, bin türlü hakaret işitir.
Geceyarısı, üstelik beni gayet iyi tanıyan bir arkadaşımdan işittiklerim gibi. Bunları elbette takmayacağım. Zaten bunca zamandır bin türlü acı çekmiş insanların yeni acılar çekmesi, taptaze hayatların henüz baharında sönmesi hem bir vakıa hem de koskoca bir tehlikeyken, kimin kime ne dediğiyle uğraşan, bencil hıyarın tekidir.
Demek istediklerim şunlar: Her devlet gibi bizimki de, karşısına elinde silahla çıktığın zaman ne yapacağını gayet iyi bilir. Ve seni her fırsatta oraya doğru yönlendirmek ister. Çünkü bu şekilde hem senin kitlesel bir mücadele içinde yeralmanı imkânsızlaştıracaktır, seni insanlardan ayrı durmaya, gizlenmeye itecektir, insanları da, silahlı çatışmaları göze almaksızın sokağa çıkamayacak hale getirebilecektir. Şu anda Türkiye'de tam da kitlesel nitelikli, içinde çeşitli unsurlar barındıran, dolayısıyla doğası icabı demokratik bir hareket yükselmekteyken, devletin kendi açısından yapacağı en akıllı iş bu olacaktır, nitekim bunun planlandığı bellidir. Okmeydanı'nda o polis sadece kendi inisiyatifiyle silahını çekip insan öldürmemiştir. Bunu yapabileceğine dair bir şey söylenmiştir kendisine; en azından. Birileri biryerlerde oturmuş konuşmuş, "Sırası geldi," demişlerdir.
Gezi isyanı, totaliterlik yolunda ilerleyen bir hükümetin nasıl madara edileceğini göstermişken, çıkar yolu kitlesel bir demokrasi ve adalet mücadelesinden başka yerde aramak, özel olarak başımızdaki otokratın, genel olarak da baskıcı devlet mekanizmasının ekmeğine yağ sürmek, ona geleneklerini güncelleme fırsatı vermek olur.
Bunlar genel mevzular ve daha çok siyasetin konusu. "Ne yapacağız?" meseleleri. Gelelim sözümona öfkesine "artık" hakim olamayan şımarıkların, bana sorarsanız, başbakandan bahsederken kullandığımız üslûptan geri kalmayacak bir sertlikle reddedilmesi gereken tavırlarına. Şuna bakın: "Artık"mış! Niye? Çünkü sen sıkıldın, değil mi? Bu memlekette azıcık daha insanca yaşansın diye ömrünü tüketmiş onbinlerce kişiye, adalet mücadelesi için genç yaşında can vermiş o kadar insana yapılabilecek daha büyük saygısızlık olabilir mi?
Birkaç tavır var. İlki şu: Dayanamıyormuş "artık", gidecekmiş buralardan, falan. Git kardeşim. S.tir git. Bizi de rahat bırak. Biz burada mücadele edeceğiz ve insanca bir hayata kısa vadede ulaşamasak bile, insanca bir hayata ulaşma mücadelesi verdiğimiz için insan gibi yaşıyor olacağız. Sen git, nereye gideceksen. Biz neticeden alınacak puanın değil haticenin peşindeyiz. Hayat bir hedef değil bir yol; ama plastik ama gerçek mermi altında birileri yürüyecek oradan. Sen gelme, ısrar eden yok. Nereye gideceksen git ve mümkünse bizi arama. Söz, biz de seni rahatsız etmeyeceğiz.
İkinci şımarıklık: "yok"muş "artık", hiç umut kalmamış, yapacak şey yokmuş. İyi, böyle düşünüyorsan kessene sesini! Biz hâlâ yapılabilecek şeyler olduğuna inandığımız gibi, mutlaka birşeyler bulup yapılması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü ortada haksızlık, adaletsizlik varsa, birşeyler yapmadan durmanın ahlâksızlık olduğuna, insanlık sayılmayacağına, o şekilde yaşamanın manası olmadığına inanıyoruz. Bizimle olmayacaksan olma. Kimse mecbur değil. Ama kapa çeneni o zaman. "Artık" sus!
Ve üçüncü tavır: "Artık" silahlanmak lazımmış, "bunlar başka dilden anlamıyor"muş, falan. Hayatında hiç silah gördün mü? Bilgisayar oyunu veya dandik gerilim filmi dışında? Silahla ateş ettin mi? Vurulmuş insan gördün mü? Kan gördün mü? Eğildin mi, dokundun mu? Daha önemlisi, maalesef başbakanlık koltuğunda oturan otokratın haklı olduğu motif: kafede oturup akıllı telefonunla o mesajları atarken, bugünkü hayatından sahiden vazgeçmeyi samimi olarak düşündün mü? Silah milah dediğin zaman, yeraltı hayatı yaşayacaksın. Yok öyle cebinde her an nerede olduğunun sinyalini verecek telefonla dolanmak. Ay canım çekti, diye herhangi bir saatte bilmemkime twit atmak. Sonra, örgütlü olacaksın. Birileri emir verecek sana, uygulayacaksın. Canın hiç kalkmayı istemeyecek, kalkacaksın, hiç gitmeyi istemeyecek, gideceksin. İllegaliteler, sürekli tetikte yaşamaklar. Bunları yapacak mısın? Biliyoruz ki yapmayacaksın. O halde niye silahtan külahtan bahsediyorsun?
Niyesini keskin zekalı ve düşünceli bir insan dile getirmişti: "Silahlanalım, diyenler, yoksul, Kürt, Alevi gençlerinin bizim adımıza silahlanıp ölmesini kastediyor," mealli bir mesaj okudum. Ne kadar doğru, ne kadar yerinde. Günümüzün büyükşehir insanı, bir tür kıçı rahatlıktan gelen özel bir şımarıklık illetiyle mâlûl. Bunu bir yere kadar anlıyor, normal kabul etmeye çabalıyoruz. Ama bu, "artık" pek tehlikeli bir oyun. Oturduğun yerden birilerini ölüme gönderemezsin. Gencecik insanları, onurlarıyla oynayarak, gururlarını okşayarak kendilerini mahvetmeye sürükleyemezsin. Adam silahlı mücadeleye inanıyordur, gider, ne yaparsa yapar, bedelini öder -muhtemelen biz de öderiz-, yapma, yanlış, diyebiliriz, kendini feda ettiğine inandığı için bizi de takmaz, bu başka bir durumdur. Birilerini böyle bir yola itelemekse, ayıp olduğu kadar aşağılık bir davranıştır. Bu yüzden, etrafta bu cinsten pek radikal laflar eden düşüncesizlere sorulacak soru şudur: "Sen mi yapacaksın o işi? Yoksa hayatı seninki kadar değerli olmayan, ölmesi seninki kadar problem olmayan birilerine mi buyuruyorsun? Onlar ölünce bu defa başkalarını intikama çağırdığın mesajlar mı yayacaksın?"
Hepimizi kurtaracak olan, ayrımın dindarlık-laiklik çizgisinden değil, demokrasi ve adalet çizgisinden geçtiği bir şekilde saflaşmak ve derdimizi önce bizim gibi düşünmeyenlere anlatmaya çalıştığımız bir mücadele yoluna girmek. Adalet dediğiniz şey, üç-beş adım ileri götürdüğünüzde kapitalizmi de sorgulatır, pek hayırlı olur.