1 Mayıs, kapitalizmin ikinci sınıf hayata mahkum ettiği insanların bayramıdır. Evet, bayramdır. Bayağı bayram. Ezilenler, bu bayramda, biraraya gelip azıcık umut tazelerler. Türkiye'nin, AKP'nin yediği haltlar bahane edilerek matahmış gibi gösterilen geleneksel egemenleri, işçilere bu bayramı zehir etmek için onyıllarca ellerinden geleni yaptılar. Bırakmadılar ki, şu memleketin ezilenlerinin yüzü gülsün, bir günlüğüne olsun, kendi bayramlarını kutlasınlar. Sonunda işçiler bayramlarını söküp alıp kutlamaya başladığında da katliam düzenlediler, bayramı, meydanı, umutları kana buladılar.
1 Mayıs'a devlet ne zaman karışmadıysa 1 Mayıs bayram oldu. 1 Mayıs bayram oldukça devlet hırslandı, gözü döndü. Şimdi gördük ki, devletin dümenini kimin tuttuğu da fark etmiyor. Toplumsal kültüründe, bu kültürün en büyük belirleyicisi dinî kavrayışında, genel dünya görüşünde, zihniyetinde, ahlâkında, neredeyse eşitlik fikrinin ve duygusunun özüne yönelik güçlü bir alerji, hattâ tepki, hattâ düşmanlık besleyen "Türkiye", işçilerin, ezilenlerin, pek tabiî olarak onlarla yanyana duran solcuların, bayram kutlaması ihtimali karşısında dehşete düşüyor. Akılları başlarından gidiyor. İşçilerin işçi-emekçi kimliğiyle göğüslerini gere gere ortaya çıkması, hele birtakım haklar talep etmesi, mücadele etmesi, hele örgütlenmesi, Türkiye'de hâlâ asla bütün toplumca meşruiyeti tam anlamıyla teslim edilmemiş bir durumdur. Fakat, hak ve özellikle ücret mücadelesi, bir yere kadar, -gerektiğinde şiddetle bastırılabileceği de varsayılarak- normal değilse de kaçınılmaz görülürken, bayram, âdetâ dehşet yaratıyor. Çünkü bayram, işçinin herkes kadar toplumun temel, yerleşik, aslî unsuru olduğunun açık kanıtıdır. Halbuki bizim toplumumuz, sanayi proletaryasına bile mevsimlik işçi muamelesi yapmak istiyor: sendikasız, hakkı hukuku olmayan, şimdi var yarın yok olabilen, gerektiğinde uzaklaştırılabilen, birarada yaşanmayan... Ne yazık ki, toplumsal zihniyetimiz, bizzat işçilerin bir kısmını da bu haleti ruhiye yaşatmanın yolunu çoğu zaman bulabildi. DİSK, meselâ, bu döngüyü kırdığı için her zaman sadece devletin değil, burjuvazinin, muhafazakâr orta sınıfların da büyük tepkisini çekmiştir.
Birkaç konu, "Türkiye" denen siyasî-toplumsal yapının temeline ve taşıyıcı kolonlarına ışık tutar. İslâm'ın toplum hayatında bu kadar ağırlıklı oluşuna, şu anda dinî bağlılıkları kullanarak hüküm süren bir iktidara sahip olmamıza rağmen, "eşitlik" fikri ve bunun her türlü çağrışımı, necip milletimizin "G noktalarından" biridir. Özellikle "işçi" denen kategoriye karşı neredeyse doğal bir küçük-orta mülk sahibi sınıf tepeden bakışı ve bu uğursuz aynanın arka yüzünü oluşturan korku, pek yaygındır. Fakat bu korku içten içe hissedilen örtü altı bir korku değil, işçileri birarada, hele ellerinde bayraklarla, hele saflar halinde yürürken görür görmez kapılınan, sersemletici bir dehşettir. Oy aldığı kitlenin büyük bir kısmı emekçiyken, suratımıza "Ayaklar baş mı olacak!" diye haykıran başbakan, aykırı bir karakter değil, bünyemize son derece uygun bir canlıdır. Ve bu yüzden bu ülkede sıradan faşizm gayet sıradan, faşizmin kitle ruhu bu kadar sağlam, kendini pekâlâ demokrat sayan ortalama insanın kafa yapısı basbayağı faşizandır.
İşin bir de, genel izahatlara, geniş kategorilere gerek duyurmayan, pek basit ve aslî yanı var: Türkiye'de polis, düpedüz "düşmana karşı" eğitiliyor. "İç düşman", bu ülkenin güvenlik konseptinin en önemli kavramıdır; belki de omurgası veya temelidir, ne diyorlarsa artık. Astığı astık kestiği kestik generaller devletinin polisi şüphesiz "savaşmak" üzere yetiştiriliyordu ve karşısındaki gösterici, protestocu, her kimse, en hafifinden vatan haini, iç düşmandı polise göre.
Anlaşılıyor ki, Cemaat hegemonyası altında geçirilen yıllar, polisin bu seçkin özelliğine biraz daha derinlik kazandırmış. Zaten ortalama insanımızı seferber etmeyi hayli kolaylaştıran "Allahsızlar, dinsizler" motifleri, bu "iç düşman"ın daha da nefret edilesi tarifini renklendirmiş. Siyasî hasımlarından ve muhaliflerinden, kendisinden farklı, kendisine zararlı saydığı herkesten öldüresiye nefret eden bir liderin hükümeti, şu anda bu polisi yönetiyor. İnsan öldürdüğünde, göz çıkardığında ona sahip çıkıyor, "destan yazdınız" diyor. Polis, işlediği hiçbir suç cezalandırılmıyor. Polis yargılanacağında devlet, bütün gövdesiyle seferber oluyor, onu kolluyor, kurtarıyor. Pophpohlama, cezasızlıkla birleştiğinde polise muhteşem bir dokunulmazlık sağlıyor. Fakat soru şu tabiî ki: Dokunulmazlık olsa da, ille yerden yatan insanın etrafına toplaşıp onu tekmelemeye çalışan on-on beş polis görüntüsü meydana gelmeyebilir, nasıl geliyor? Polisi eğiten, onun kafa yapısını şekillendirenler kimlerdir ve bunu nasıl yapıyorlar? Ve bu Cumhuriyet'in ne kadar köklü bir kurumudur ki, başa kim geçerse geçsin zerrece değişmiyor.
Gelelim fotoğraflara. En üstte TOMA'nın "salyası". Kim çektiyse helâl olsun. Bir fotoğraf bu kadar çok şeyi bu kadar mı derinlikli anlatabilir? Otur, baka baka devlet hakkında kitap yaz! Sonra, DİSK Genel Başkanı, devletin işçilere reva gördüğü muamelenin simgesi halinde. Polis sapan kullanıyor. Doğrudan suç. Sorun olacak mı? Olmayacak. Devlet görevlilerine suç işlemek serbesttir. Gözaltına aldığı insanları dayaktan geçirmek gibi. Nişan alarak gaz fişeği ve plastik mermi atarak göz çıkarmak, beyin sarsmak, kemik kırmak gibi. Veya evlere gaz sıkmak gibi. Beşiktaş'ta bir sokağı öylesine gaza boğdular ki, evlerden çocuklar çıkarılıp başka yerlere kaçırıldı. Gaz fişeğiyle, plastik mermiyle vurulan çocuklar da oldu. Gazeteciler epey zayiat verdi. Kol-bilek kırıkları, kafa yarılmaları... 120 metreden atılması gereken gaz fişekleri, bizde beş-on metreden atılabiliyor. Son kullanma tarihi geçmiş gazlar kullanılabiliyor. Bütün bunların adı doğrudan vahşettir. Bunların cezasız kalması, hukukun yokluğu anlamına gelir; biz kanıksadık ama... CHP milletvekili Şafak Pavey'e reva görülen muameleye bakarsanız, aslında demokratik parlamenter rejimin varlığı bile tartışmalı. Son olarak, güvenlik kamerasını selfie çekmek üzere ödünç almış gençler. Bu da, "işte bunun için yenilmeyeceğiz"in fotoğrafı olsun.
Fotoğraflarla ilgili not: İnternetten seçtim, koydum buraya. Âdet böyle oldu, herkes her fotoğrafı her yerden alıp her yere koyuyor, kullanıyor. Şahsen, çekenleri, temin edenleri zikredip teşekkür etmek, en azından emeklerinin hakkını vermek isterdim. Ama bu şansım yok. "Fotoğrafımı izinsiz kullandın, kaldır" diyen olursa derhal bunun gereğini yaparım.