Türkiye'de, Aydınlanma ve akılcılık'ı yaldıza sarılmış pislik haline getiren Cumhuriyet ideolojisi, şüphesiz bu durumun ilk müsebbibi. Eğer Cumhuriyet'in gerçek, haber, gazetecilik, basın, akıl, fikir mevzularında yarattığı tahribat olmasaydı, bugün yönetmekten sadece tahakkümü anlayan bir iktidarın alelâde propaganda vasıtaları konumuna gelmiş insanlar ve yayın organları, gazeteci kimliği taşıdıklarını iddia etmeye cüret gösteremezlerdi.
Nasıl din adına ahlâksızlık yapılması iki kat büyük suçsa ve ahlâk vaaz etmeyen birilerinin ahlâksızlığından elbette çok daha büyük tahribat yaparsa, akılcılık ve Aydınlanma adına süfli bir dünyevî din kurulması da dünyayı kavrayışımızda "hakikat" kavramına, zihniyetimizde "fair play" kavramına yer bırakmadı. Çünkü bütün bir dünya görüşü, birşeyleri alt etmek, birşeyleri tesis etmek, birşeyleri ve daha önemlisi birilerini şekillendirmek amaçlarıyla, karşımıza çıkan her türlü gerçeklik zerreciğini bile ya ulvî amaçların hizmetine sokmak üzere eğip bükerek, olamıyorsa, işe yaramıyorsa saklayarak, gizleyerek, yok ederek inşa edildi.
Zihinlere kırmızı çizgiler
Tahribatın büyüklüğünün esas sebebi, "yeni zihniyet"in birtakım ulvî amaçlarla, bir teori kılavuzluğunda oluşturulmaya çalışılması değildi. Çünkü esas hedef yeni bir zihniyet oluşturmak da değildi. Esas hedef, bir iktidarı yerleştirmek, korumak, geliştirmekti. Hattâ geliştirme kısmı bile, icabında vazgeçilebilen bir unsurdu, korumak yeterliydi. Dolayısıyla, iktidar uğruna işe yarayan gerçeklik parçaları makbul, ötekiler değildi. Hakikatle bu seçmeci ilişki, Cumhuriyet ideolojisiyle oluşturulmuş Türk Millî Eğitimi'nin hâlâ baskın olan karakterini de belirlemiş, hepimizin zihninin işleyişini, "düşünce" ve "mantık" denen şeylerle ilişkisini, muhakeme kabiliyetini derinden yaralamış, sakat bırakmıştır. Neyse ki yıktığımız, keyfine düşkün, miskin ve hain padişahların Osmanlı'sıyla bin atlı, çocuklar gibi şen, gide gele cihanı fetheden kahraman yiğitlerin Osmanlı'sı arasında sıkışmanın şizofrenisi bile yeter. Yazıyı bulan Sümer'lerin torunlarının Almanya'ya işçi olarak gittiği daha ileriki devirlere bu şizofreni şüphesiz katlanarak, kuşaktan kuşağa derinleştirilerek aktarıldı. (Yoksa Sümer'lerin bir tarihe kadar Türk olduğunu bilmiyor muydunuz?)
Millî Eğitim'le de, Türk basınıyla da ilgili olarak derinde yatan, her türlü kötülüğün anası, çoğu zaman sanıldığının aksine, yalan yanlış fikirler, milliyetçilik, vs. değil, algıyı bozan, nedenselliğe imkân vermeyen, ezber tekrarlamaya ve bu şekilde bir vazife ifa etmeye dayanan, insanın düşünme kapasitesini ve muhakeme kabiliyetini tahrip eden "yöntem sorunu"dur. "Haydi bütün yeryüzü kültürünü Türklerin yarattığına inanalım!" deyip seferber ettiğiniz insanlardan çarpıcı bilimsel buluşlar bekleyemezsiniz haliyle. Daha fenası, ertesi gün, "Vazgeçtik, Güneş Dil Teorisi yanlışmış!" dediğinizde, o insanlar artık kendileri zahmet edip düşünmelerinin bir âlemi kalmadığını kavrayacaklardır. Tam da okuması, öğrenmesi, akıl fikir yürütmesi, sonuçlara varması, bunları aktarması vs. gereken insanlar mesleklerinin anlamını sadece kendilerinden beklenen sözleri tekrarlamakta gördükleri için Cumhuriyet Türkiyesi'nin akıl-fikir ve bilim hayatı bu kadar güdük, verimsiz kaldı. Bunun sorumlusu, doğrudan doğruya, akılcılık adı altında yürütülen akıldışılıktır. Gazetecilik, her ülkede varsayılan bir kültürel ortam içerisinde ve zemin üzerinde, bunlara dayanarak yürütülen bir meslektir. Ortalama cehalet, ortalama yalan kabul seviyesi, ortalama fair play, gazeteciliğin niteliğini belirler. Bizde de belirledi.
Bugünkü tehlike de, aklı başında gazetecilerin mesleğini yapamaz hale gelmesinden çok, genel ortamın daha fazla zehirlenmesidir. Her ortam kendi canlılarını ve ilişkilerini yaratır nihayet. Bir zamana kadar, nasıl polisin ağzından çıkanı mahkeme kararıymışçasına manşetten "patlatmakta" gazeteciler hiçbir sorun görmediyse ve "sekiz kişinin katili beş terörist yakalandı" haberleri, bütün utanç vericiliklerine -ve bugün pek hatırlanmamalarına- rağmen gayet sıradan işler idiyse, bugün de ortada yakalanan bile yokken bu tip şeyler yazmak meşrulaşıyor. Hükümetin propaganda aracı yayın organlarının "paralel yapı" haberlerinin çoğunda en basit olgusal dayanak bile aranmıyor. Bugünün kökleri geçmiştedir.
Akılcılık vaaz edip dünya dini kuran Cumhuriyet, sadece egemen kıldığı, talimatla düşünme - emirle söyleme - aferin alma ortamıyla gazetecilik açısından hem elverişsiz hem öldürücü bir zemin yaratmakla kalmadı, gazetecileri doğrudan doğruya emri altına almak için de gereğini yaptı. Cumhuriyet kurulurken, İstanbul'da, dönemin güçlü Millî Mücadele önderine muhalefet etmeyi bile göze alabilecek bir basın vardı. Onu çarçabuk hizaya getirdiler. Birkaç dava, gazetecilere, bundan böyle bu mesleğin iptal edildiğini, iktidara hizmet etmeyenin gazetecilik yapamayacağını pek açık izah etti. (Bol bol gazeteci öldürmüş İttihatçıların iktidarından tanıdık pek çok isim, yeni Cumhuriyet'in yönetici katlarında da dolaşıyordu ne de olsa.)
Çökmüş imparatorluktan kalma şoklar, travmalar, saklı gizli suçlar, ne olacağını bilememeler eşliğinde, insanların yeni bir hayat vaadiyle içine sokulduğu, aklı iptal eden torna, bugün capcanlı gördüğümüz üzre, kendini akılcı, Aydınlanmacı, çağdaş, laik sanırken aslında düpedüz ilkel faşistlerden, ırkçılardan başka bir şey olmayan, utanmadan bir de dayama elitizmiyle ayırt edilen, bütün şişinmesine rağmen onyıllar boyunca insanlığın ortak kültür hazinesine doğru dürüst tek katkı yapamamış, ne düşünmeyi bilen ne yaşadığı yeri anlayan, tuhaf bir güruh yarattı. Basın, bir döneme kadar bunların ve taptıkları devletin basınıydı.
Başında Teşkilat-ı Mahsusa adına Ege'deki etnik temizliği yönetmiş komita politbürocusu Celal Bayar'ın -başlangıçta muhtemelen bugünün Cemil Çiçek'inkine benzer bir konumda- yeraldığı muhalefet partisini kısa sürede iktidara taşıyan çok-partili dönemle birlikte, ikinci bir basınımız daha oldu. Haksız hukuksuzluğu, her türlü çarpıtmayı, propaganda motif ve yöntemlerini, velhâsıl, propaganda amacıyla gerçekliği evirip çevirmenin adına gazetecilik demeyi o güne kadarki iktidar basınından öğrenmiş, elbette "özel sektör"de yaratıcılık fazla olduğundan, geliştirmişlerdi de. "Kıbrıs Davası" ve 6-7 Eylül, basında "devlet-özel sektör işbirliği"nin nadide örnekleridir. Kemalistiyle, güya demokrat muhalifiyle bütün gazeteler ve öndegelen gazeteciler, "Türkiye Türklerindir basını" sınıfında yeraldılar.
Ahlâkın iptali, gazetecinin bizzat haberleşmesi
12 Eylül ve ertesinde Özal dönemi, Türkiye'de esas olarak ahlâkın iptal edildiği bir zamandı. Bu açıdan geçmişi zaten epey sallantılı bir toplumda bu dönemlerin yarattığı tahribat büyük oldu. Özal döneminde, basında gözle görülür bir değişim yaşandı. Devlete gönüllü hizmet ya da iktidar partisine dolaylı çıkarlar sağlayarak hizmet diye tarif edilebilecek "gazetecilik ilişkileri"nin yerini, muktedirle doğrudan temas "gazeteciliği" aldı. Bugünkü "Erdoğan'ın uçağı" müessesesini yaratan, Turgut Özal'dır. Hakkındaki yazı-çiziyle ilgili sürekli tazminat davaları açan Özal, hiç de öyle demokrat falan değil, bu bakımdan da Tayyip Erdoğan'ın öncüsüdür. 12 Eylül darbecileri tarafından kaç defa kapatılarak cezalandırılan Cumhuriyet gazetesine "Cağaloğlu'nun Pravda'sı" demişliği vardır. Sebep, sadece kendisine muhalefet edilmesiydi.
Özal döneminin gazeteciliğe getirdiğini kısaca özetlemek gerekirse şöyle simgeleyebiliriz: Zafer Mutlu & Ertuğrul Özkök. Özal'ın neoliberal iktidarı, topluma yoksulları kafaya takmamayı empoze etmişti, bu iki şahısta simgeleyebileceğimiz gazetecilik tarzı da, gazeteciyi bazı toplumsal sorunlara karşı "bağışık" kılmaya yaradı. 12 Eylül dönemi, pek çok haber türünü doğrudan yasaklayarak herkesi otosansüre ısındırmış, alıştırmıştı zaten, gerisi kolay geldi. Hem iç rahatlatıcıydı: İşkenceler, hapisteki gençler, Kürtler, işçiler, işsizlik, sendikasızlaştırma, yoksulluk... bunlarla uğraşmayıp, hep beraber gülüp eğlenmek, magazinin dibine vurmak, Televole kahkahalarıyla yeni yeni mekânlarda ünlülerle içli dışlı olmak, gazeteciye "gurme", "gusto" şu bu olma imkânları sunan yeni hayatın tadını çıkarmak güzeldi.
Devlete hizmet, nasılsa gerektiğinde otomatik olarak, reflekslerle, alışıldık yöntemlerle sürdürülebiliyordu. Bıyıklar kesildi, modern de değil post-modern olundu, şaraplar yudumlandı, dünyalar gezildi, nerenin nesi güzel methedildi, "şu markadan başka soda içmem" yazıları yazıldı, ama devlet Sağmalcılar Cezaevi'nde insanları diri diri yakıp 34 kişiyi öldürdüğünde "Devlet Girdi!" manşeti atılabildi (Hürriyet). '90'larda, "düşük yoğunluklu savaş" yılları boyunca, Kürtlerin feryadına tek sütuna beş santimlik yer bulunamadı. "Lifestyle" hummasına kapılmış televizyon kanalları, zenginleşenlerin cicibicilerini yoksulların gözüne sokmaya ara verdiklerinde, Genelkurmay'ın emirlerini yerine getiriyorlardı.
Bu dönemin önemli bir yeniliği, gazetecinin bizzat kendini konu etmeye başlaması, "celebrity" haline gelmesiydi. Gazeteci bir tür seçkindi, bizim sıradan dünyamıza ancak işe yeni girmiş stajyer muhabirlerini gönderen, kendisi en şık yerlerde yiyen içen, giydiği, seyrettiği, konuştuğu... her şeyi "haber"leştiren bir özel insan türüydü.
Yani gazeteleri -ve artık "basın"ın "medya" olmasına yolaçmış televizyon kanallarını- yönetenler sınıf atlamıştı. Yeni bir köle türü yaratıldı: Çok yüksek ücretler alan, âdetâ bir büyük burjuva gibi yaşayan, buna karşılık her an kapının önüne konabilir olan, yani kaybedeceği çok şey bulunduğundan köleliği garantilenmiş "medya" yöneticisi. Bu yöneticinin elinde, toplumsal ayrıcalıklarına veya ayrıcalık vaatlerine karşılık sendikasızlaştırılmış, araç kılınmış muhabirlerin, yazıişleri elemanlarının istendiği gibi oradan oraya savrulması, kıyılması, kendini satma potansiyeli yüksek olan uyanıkların kayırılması vs. kolayca uygulanan bir politika oldu. Basını artık belediye otobüsüne hiç binmeyen, özel şöförlü şık insanlar yönetiyor, "medyada" yükselmek, doğrudan doğruya statü artışı anlamına geliyor, özel şöförlü köşeyazarları bile çoğalıyordu.
Yüzde ellinin medyası
Türkiye siyasetinin, seviyesizlik-kalitesizlik bakımından şüphesiz en yüz kızartıcı dönemi olan Çiller-Yılmaz iktidarları sırasında "medya" artık iktidar oyunlarının doğrudan parçasıydı. Bu, yükselen İslâmcı hareketin gençlerinin haftada üç-beş kitap devirdiği, entelektüel hareketliliğin dindar aydınlar tarafına kaydığı dönemdi. İslâmcı gazeteler ve gazeteciler, iktidara yaklaştıkça, gazeteciliğin Türkiye'deki iktidar ilişkileri içerisindeki yerini, işlevini gördüler. Buna tepki gösterdikleri ilk dönem, onlar için -bugünkü duruma bakarsak, bir daha asla tekrarlanmayacak olan- bir yüz akıydı.
Gördükleri neydi: Kemalist devletin propaganda mekanizması olarak şekillenmiş basın, büyük ölçüde nitelik değiştirmiş, klasik CHP-DP (AP, ANAP vs.) karşıtlığının "medya" âlemi açısından büyük önemi kalmamış, medya kuruluşları esas olarak başka -büyük ve çok kârlı- alanlarda işleri olan patronların PR kurumları gibi iş görüyor, bir gazetenin manşetini yapılacak bir enerji santralı ihalesi için kurulan planlar belirleyebiliyor, bir televizyonun anahaber bülteni günlerce, bir arsanın şuna değil buna tahsis edilmesi için uğraşabiliyor, gazetecilikten ünlenmiş kimseler patronlarının işlerini takip ediyor, bu çarkın gölgesi altında döndürüldüğü ordunun hemen bütün önemli iç ve dış meselelerdeki talimatları zaten yayıncılık "ilkelerini" şekillendiriyordu. Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Uzan'lar vs. tayfasının dışında kalan "klasik gazete" Cumhuriyet ise, 1996'da, Susurluk kazasından kısa süre sonra, "Genelkurmay: Çete yok" manşeti atmakla meşgûldü.
Mustafa Karaalioğlu adlı yersen gazeteci şahsın Gezi isyanından sonra döne döne sorduğu, "Yüzde ellinin medyası olmasın mı?" sorusu İslâmcıların aklına ilk defa o sıralarda düşmüş olmalı. Elbette "olsun!"dan başka türlü verilemeyecek cevapta, "peki nasıl?" kısmına geçildiğinde, işte yukarıda anlattıklarıma bakarak tarif edilmiş olmalıydı bu medya. Zaten, Akit gazetesi, yıllardır, Ertuğrul Özkök'ün çıkaracağı İslâmcı bir Sözcü gazetesinin nasıl olabileceğini örneklemekle meşgûldü; orducu basına, "öyle olmaz böyle olur" yapıyordu. Akit, yayıncılık tarzıyla, zaman içerisinde basından dışlanacağına, aksi oldu, bütün İslâmcı medyayı kendine doğru çekti, onları peşine taktı. Bu çizginin öncekilerden farkı, iğrençliğin herhangi bir şekilde ambalajlanmadan, doğrudan tezgaha konup satılmasıdır.
Bugünün dünden farkı, sadece hakikatin tamamen ihanete uğramış olması, "haber"in katledilmesi değil, gazetecilik adına kaba propagandacılığın açıktan yapılması, yeri gelip sıkıştırıldığında, propagandacıların, "ne yani, onlar yapmıyor mu!" küstahlığıyla kendilerini savunmaları. Yani habercilik yerine propagandacılığın yapılışını meşru göstermeleri. Bu, mesleğini ve kendini inkâr demek, basitçe.
İkinci bir fark, eski düzende ana akım medya zaten ne yapacağını iktidara bakarak saptar, ağırlıkla otosansürle yayınını şekillendirirken, şimdi başbakanın doğrudan telefon edip emir verebilmesi. Bu, ancak, sıkıyönetimde görevli subayların komutanlık adına gazeteleri arayarak veya telekslerle talimat bildirdiği, bazen yazıişleri müdürlerine fırça attığı, hakaret ettiği 12 Eylül dönemiyle kıyaslanabilir.
Üçüncü fark, aynı emirlerin gazetecilerin, yazarların işten atılması konusunda bizzat, doğrudan isim gösterilerek verilebilmesi. Daha önce bu işler başka türlü yürürdü. Diyelim bir resepsiyonda, bir bakan bir gazete patronuna "beyefendinin bilmemkimden rahatsız" olduğunu çıtlatır, öbürü de onu geri çeker, fırsat kollar falandı. Veya askerler doğrudan insan attırabilirdi. Gazeteciler arasından alçak ve adileri bulurlar, başka gazetecilerin ajan olduğuna, PKK'den para aldığına vs. dair kara propaganda yaptırırlardı. Ya da meselâ Genelkurmay ikinci başkanı, muhabirleri etrafına toplar, aralarından birine, "Sizin gazetede dört vatan haini var," deyip isimler sayardı (- bu oldu!). Bir adamı gazeteden attırmakla uğraşılacağına gözaltına alıp kaybetmek veya vurmak falan da mümkündü tabiî, ama tanınan gazeteciler için bu yolu tutmak haliyle zordu. Şimdi, muhabirler, foto muhabirleri, kameramanlar için gaz fişeği, plastik mermi, itip kakma, daha üst düzeydeki editörler, köşeyazarları, yöneticiler için telefonla işten attırma yöntemleri tercih ediliyor.
AKP iktidarı öncesindeki basınla şimdikinin hayat koşulları arasında bu tür farklar var. Yoksa, Mesut Yılmaz geldiğinde Aydın Doğan'ın, Tayyip Erdoğan geldiğinde Mehmet Cengiz'in kazanması, nitelikçe fark mıdır, Allah aşkınıza?
Amirali unutmayın
Evet, şu sıralarda artık geride kalıyor ama: Dünya Basın Özgürlüğü Günü kutlu olsun. Özgürlük açısından felaket durumdayız, herkes biliyor, tekrarlamaya gerek yok. İktidarda, kendisininkinden farklı herhangi bir görüşe ve fikir sahibine tahammülü olmayan biri var. Dışişleri bakanı, herkesten daha özgürsünüz, diyor yüzümüze baka baka. Ve iktidarın propaganda aracı olarak çalışan bir sürü gazete ve televizyon kanalının "gazeteci" elemanları, mevcut durumu pek güzel buluyor, savunuyor. Muhtemeldir ki, şayet bu memleket günün birinde doğru dürüst bir basın ortamına kavuşursa, bu insanlar, değil gazetecilik yapmak, kimsenin yüzüne dahi bakamayacaklar. Ama belki en azından biz onlara bakalım diye ellerinde muzla ağaçlara asılırlar; düşmenin sonu yok.
Nâçizâne, demeye çalıştım ki, böyle durumlar sırf birtakım zorbalar gelip şunu şunu yapınca oluşmaz. Bunların bir evveliyatı vardır, bunlara müsait ortamlar vardır, şartlar vardır. Ve o şartların sözünü etmeden sonuçla uğraşırsanız genellikle ortadaki sorunu çözemezsiniz. "Türk basını"nın bugün özgürlükten ne kadar yoksun olduğu konusunda ahlayıp vahlayacaksak, "amiral gemisi"nin tepesinde hâlâ "Türkiye Türklerindir" yazılı bu basının dünü konusunda da açık yürekli, açık sözlü olunması gerekir.
(Bu memlekette her şeye rağmen Basın Özgürlüğü Günü'nü kutlamak gereken dürüst, fedakâr, cesur gazeteciler var mı? Elbette var. Onlara zengin fair play ruhu, sağlıklı şüphecilik, zihin açıklığı, sabır, azim, kolaylık ve şans diliyorum. Gaz fişekleri, plastik mermiler, mahkeme salonları, hapishaneler onların uzağında kalsın.)