27 Mayıs 2014 Salı

Sen kimsin de Allah senin için madencileri öldürecek?

Türk İslâmcılığı, bu iktidar tecrübesiyle birlikte, kendisine moral yakıt ve çekim gücü sağlayabilecek en önemli kaynaklarını yitiriyor. Ahlâk, vicdan ve adalet kavramlarıyla bugünkü iktidar pratiğini biraraya getirebilmek artık anca bu kavramlarla hiçbir ilişkisi kalmamışların işi. Ancak, bu ideolojinin akıl ile zaten sorunlu olan ilişkisi de, yaşanan gerilimlerden payını alıyor. Türk İslâmcılığı, tıpkı Kemalizm gibi, ancak temel akıl yürütme ve muhakeme pratiklerini iptal edebildiği ve belirli bir anda sorun çözebilmek için gerekli bilginin belirleyici kısmını insanlardan esirgeyebildiği oranda kendini kabul ettirebiliyor. İktidar propagandacılarının faaliyetinde yalan dozunun hızla artışına sebep bu. Derdi siyasî iktidar, ikbal, toplumsal tahakküm vs. olan ve bunlar için en geniş imkânları dinî kulvarda koşarak yakalayabileceklerini umanları bir yana bırakın; onların maşallah her şeye aklı erer. Fakat Türk İslâmcılığının bireylere ve topluma sunduğu dünyayı kavrama ve anlamlandırma tarzı, giderek, aklı bütünüyle iptal etmeyi gerektirecek gibi görünüyor.

Burada ayrıca iki çeşit sorun var. Hem akla aykırılık hem de gerçekten akıl almaz bir benmerkezcilik. Tersten dolanılıp arkasına bakıldığında, kendini bir tür ayrıcalıklı yaratık, ayrıcalıklı insan cinsi görmenin tezahürleri... Daha eski tarihlerde evrende olan bitene mana vermeye çabalarken kendi egemenlerinin pençesine düşmüş birçok kavim, tepelerindeki zalimi evrenin merkezi kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu "güneş kral"lardan herhangi biri, kendini, şu anda Türkiye'de icrayı sanat eden herhangi bir İslâmcı köşeyazarı kadar evrenin merkezinde görmüş müydü, şüpheliyim.

Hayır, "Bana ne, biz çoğunluğuz, bize tâbi yaşamak zorundasınız," diyen Hayrettin Karaman gibilerden sözetmiyorum. Bu sefer başka çeşit: Yeni Asya yazarı Kazım Güleçyüz, Cemaat'e yapılan haksızlıklar nedeniyle Allah'ın Ankara'yı uyarmakla meşgul olduğuna ve bu amaçla katliamlar düzenlediğine inanmamızı istiyor ("Yeni İkazlar").

Güleçyüz, Ege merkezli depremden sözediyor:
Biz bu hadiseye de “yeni bir İlâhî ikaz” olarak bakıyor ve bu ikazı davet eden manevî sebeplerin çok daha dikkatli bir şekilde tahlil edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Tıpkı 17 Ağustos 1999 depremi ve 13 Mayıs Soma maden faciası gibi...
Ne dediği açık herhalde: 1999 depremi ile Soma faciası birer "ilâhî ikaz"mış; bunları "davet eden manevî sebepler" varmış. Yani biz bu sebepleri meydana çıkardığımız için Allah bizi ikaz etmiş. Yani: 1999'da -iyi ihtimalle- 16 bin kişinin, şimdi de 301 işçinin canını Allah sırf bizi ikaz etmek için alıvermiş. Kurcalasak, bin türlü aması maması dökülecektir kucağımıza, söylenen net. Zaten ilâhî ikazlar konusunda Yeni Asya yazarı bir uzman. İnsanlar nasıl tütün eksperi, şarap tadıcısı falan oluyorsa, bu bey de, ne Allah'ın ikazıdır, ne değildir, bunu tayin ve ifşa etme otoritesi. Buyurun:
(...) 17 Ağustos depreminin merkez üssü olan Gölcük’e çok yakın bir mekânda hissettiğimiz son sarsıntı, ister istemez, hepimize, yaklaşık 15 sene önce yaşanan o büyük felâketi hatırlattı. O zaman bu afeti “İlâhî ikaz” olarak niteleyip bu ikazı 28 Şubatçıların zulüm ve haksız uygulamalarıyla irtibatlandırdığımız için hışımları üzerimize çekmiş; DGM’lerde yargılanıp mahkûm edilmiştik. Ve Mehmet Kutlular, sırf bu sebeple tam 276 gün hapis yatmak zorunda bırakılmıştı.
Tecrübeli "ikaz"cılar. Peki, büyük depreme 28 Şubat sebep olmuş, şimdi hangi sebepler "davet etmiş" son kanlı "ikaz"ları? Onu da şuradan buyurun:

Şimdi de yer yer 28 Şubat’ı hatırlatır boyutlara ulaşan keyfî ve hukuksuz uygulamalar gündemde. Dahası bunların bir kısmı, o dönemde başlatılıp da arkası getirilemeyen ve yarım bırakılan bir kısım operasyonların, iktidardaki “dindar” kadrolar eliyle sürdürülen devamı niteliğinde.
Gördünüz mü? Hükümet Cemaat'i tasfiye ediyor, Allah da madencileri öldürüyor. Ne kadar mâkûl! Aksi düşünülemez! Şüphe etmek bile ayıp!.. Nitekim:

Onun için, peş peşe gelen kuraklık, don, maden faciası, deprem ve sel... gibi felâketlerin, bütün bunlardan bağımsız olarak meydana gelmiş “tesadüfî” hadiseler olmadığına inanıyoruz.

Biz de sizin düpedüz saçmaladığınıza inanıyoruz. Ama takıldığımız bu değil. Allah'ın Türk iç politikası meseleleriyle bu kadar haşır neşir olduğuna, hele sizin yanınızda saf tutacağına, hele hele bu yüzden ekmek derdindeki işçileri öldüreceğine ikna olmuyoruz. Ne kadar asi, ne kadar tanrıtanımaz, ne korkuncuz değil mi?

Yeni Asya yazarı, "bu istikamette yaptığı yorumların iktidara yakın çevrelerde -15 yıl önce 28 Şubatçıların sergilediğine benzeyen—alerjik reaksiyonları tetiklemiş olmasını da çok manidar buluyor"muş. "Ne diyelim," sözleriyle bitiriyor yazısını, "Allah iz’an ve basiret versin." Bunu ben de sahiden çok istiyorum. Versin. En başta Kazım Güleçyüz'e. Aynı zamanda dindarlığın asgarî icabı olarak bildiğimiz tevazudan da biraz versin. Desin ki: "Ey kulum, sen ve cemaatin, kim oluyorsunuz da, gayrımeşru işler çevirdiğiniz ve kendinize kudret temini amacıyla kullandığınız iktidar makamlarından uzaklaştırıldınız diye benim bu işte hiçbir günahı olmayan insanları gazabımla kahredeceğimi sanıyorsunuz!"

17 Aralık sonrasında hiçbir şey öğrenmediysem şunu öğrendim: İslâm adına siyaset yapanların din adına bize söyledikleri hemen her şey yalan. En başta kendileri inanmıyorlar. Daha fenası, Allah, peygamber, melekler, cennet, cehennem... hepsi, o an kimin işine nasıl geliyorsa o şekilde karşımıza çıkarılıyor. Kimi haris bir siyasetçiden halife dikiyor, kimi kendi tahakküm ihtirasını peygambere dayandırmaya kalkıyor, kimi Allah'ın özel olarak kendisini kolladığını vehmediyor. Kardeşim, siz seçilmiş topluluk falan değilsiniz. Ayrıca o kadarını gayet iyi biliyoruz ki, İslâm dininde seçilmiş, ayrıcalıklı ahali cinsinden bir şey yok. Tayyip Erdoğan da herhangi bir insan, Fethullah Gülen de. Hiçbirinizin bir tarafı kutsal mutsal değil. Allah hiçbiriniz için deprem yapıp insanları onbinlerle öldürmüyor. Biçare madencileri sizin siyasî dalaşınız uğruna katletmiyor. İnsanların ihtiyaç duyduğu Allah, sizin adınıza insanları korkutup size bağlayacak bir hükümdar değil.

Oturun, "had bilmeyi ve tevazuyu bunlardan öğrenecek hale düştük!" diye ah vah edin azıcık.