28 Mayıs 2014 Çarşamba

İslâm bilirkişisinden tahakküm manifestosu

Kendinden menkul İslâm bilirkişisi Hayrettin Karaman, nihayet, senelerdir bir sürü insanın ağzının içinde gevelediğini ortalık yere tükürüverdi. Karaman diyor ki: Müslüman ile aynı yerde yaşayacaksan, ona tâbi olacaksın; o söyleyecek, sen yapacaksın.

Gerçi bunu daha önce de çeşitli şekillerde dile getirmişti. "Çoğunluk Müslümansa, azınlık ona tâbi yaşamak zorunda" demişti. Fakat gazetesi Yeni Şafak'ta 25 Mayıs'ta yayımlanan manifestosuyla -"Demokrasi çoğulculuk laiklik ve İslam" başlıklı bu yazıya makale, köşeyazısı falan denemez-, hem net tanımlanmış bir uzlaşmazlık çizgisi çekti hem de "mücadele"de hedeflerin açıkça ilân edilebileceği aşamaya gelindiğini duyurmuş oldu.

Karaman, sekülerlik ve laiklik kavramlarını süpürüp atarak işe koyuluyor. Sebep basit: her ikisi de, "Allah'ın dininin müdahale etmediği" alanlar öngörüyorlarmış, oysa "İslâm'da dinin karışmadığı özel ve genel hiçbir alan yok"muş. "Vardır" diyenlere de kızıyor Karaman; "bilmiyorlar" diyor.

İlk büyük güzellik bu noktada karşımıza çıkıyor. "İslâm'daki müdahale/karışma anlayışı" diye tarif ediyor Karaman kendisine göre bir tür ideal durumu temin edecek zihniyeti. Bunu nasıl anlamamız gerekiyormuş? Şöyle: "ilâhî-dinî sınırlama, hüküm koyma, talimat verme, irşad etme şeklinde".

Bunları söyledikten sonra, Hayrettin Bey, İslâmcı siyasetçi ve yazarlarda pek sık rastladığımız çocuk kandırma moduna geçiyor:
...bu müdahale insanların iradelerini, kişiliklerini de ele alıp, ona hakim olup zorla yönlendirme manasında da değildir, ruhban sınıfının müdahalesine benzer bir müdahale de değildir.
Ne güzel!.. İnsan davranışlarını "ilâhî-dinî" düzeyden dayanaklar bularak, yani itiraz edilemez gerekçeler üreterek sınırlıyorsun, ama onu "zorla yönlendirmiş" olmuyorsun. "Hüküm koyuyorsun", herkes uyacak; uymayacaklarsa neden koydun? Ama insanlara "hakim olmuş" sayılmıyorsun. "Talimat veriyorsun" ama bu "ruhban sınıfınınki gibi" müdahale sayılmasın istiyorsun. Bu neyin sarhoşluğudur?

Belki zaferin. Belki bu kadar uzun süren iktidarın. Bilemiyoruz. Şöyle kestirip atıyor Karaman:
İslâm ile sekülerizm ve laisizmin uzlaşan, paralellik arzeden yönleri yoktur. Bunların yan yana gelmesi mümkün değildir.
Emin oluyoruz ki, Karaman'a göre artık bütün hedef ve yöntemleri adlı adınca söylemekte sakınca yok.

Ahlâk'ı çok ararsınız bu kafanın içinde


Şu "yöntem" meselesini aradan çıkaralım. Çünkü orada Karaman'a veya İslâmcılara özgü herhangi bir "ekstra" yok. Bildiğiniz oportünizm, makyavelizm:
İçinde bulunduğumuz şartlar, adım adım İslâm'a giderken bir aracın kullanılmasını zaruri kılarsa, o aracı kullanırız. Bu kavram olur, kurum olur, parti olur... Yalnız burada, mutlaka göz önünde bulundurmamız gereken husus şudur: Bu aracı kullandığımızda, daha mükemmele ulaştırıyor mu, yoksa onun yerine geçip yolunu ebediyyen kapatıyor mu? Şayet kullanılan araç, ikinci adıma yol açıyorsa, bence o aracın kime ait olduğu önemli değildir. Yani Grek, Roma, Amerika, Kara Avrupası, Aydınlanma öncesi ve sonrası, kilise, havra gibi herhangi bir yere ait olabilir. O araç kullanıldığı zaman, amaca ulaşma açısından karşılaşılan netice önemlidir. Eğer o araç, bizi amacımıza doğru götürüyorsa, kapıların arka arkaya açılmasını sağlıyorsa, mecburiyete binaen onu kullanabiliriz. Zaruret o aracı meşru kılar.
İşte, tam "suyundan da koy" vaziyetleri. Karaman'ı belki de açıksözlülüğünden ötürü kutlamalıyız. Uyar-uymaz ölçüsü de yok. Neticeye bakın, diyor.

Ancak kendisinin aklî melekeleri, baştan inanıp kararını verdiği şeyleri üstümüze ilâhî hakikatler olarak boca etmeye yetiyor da, sahiden akıl-mantık ve izan gerektiren işlerde sanırım bir "araç" olarak "mükemmele götürmüyor". Zira, "araç kime ait olursa olsun" dedikten hemen sonra, "demokrasi, parti ve çoğulculuk" kavramlarının "kime ait" olduğunu sorgulamaya girişiyor ve bunların "bünyemize yabancı"lığına işaret ediyor:
Öncelikle demokrasiye, partiye ve çoğulculuğa menşeinden bakmalıyız. Bunlar nereden gelmiş? Hangi kültür ve medeniyet ortamının mahsulleri? Bunların beşeri ve beşer üstü vasıfları nelerdir, ilahi menşee mensubiyeti var mıdır? Yoksa beşer aklı ve nefsinin eseri midirler? Ve bu ne derece terbiye görmüş aklın ve nefsin eseridir? Selim akıldan mı yoksa kirlenmiş, şartlanmış akıldan mı sadır olmaktadır? Yani evvela menşeinin tespit edilmesi gerekmektedir. Buradan, bünyemize yabancı olup olmadığını anlayabiliriz.
Eh, bu soruların cevapları belli olduğuna göre, varmamız gereken sonuç, sözkonusu kavramların-kurumların "bünyemize yabancı" oldukları. Hani aracın bizi mükemmele, yani "adım adım İslâm'a" götürüp götürmemesi önemliydi, kime, nereye ait olduğu önemli değildi?

Esas önemli olmayan, buradaki mantıksal çelişki. Çünkü amaç bu kavramları reddetmek. Nasıl olduğu fark etmez. Karaman, oradan sallıyor, buradan vuruyor, yeter ki inananlar demokrasiden, çoğulculuktan soğusun. Ve az önce söylediğini unuttuğu için, kolayca, bu "bünyemize yabancılık" meselesini anlatmaya girişiyor.

Giriştiği bu işte, muhtemelen bütün Müslümanları şaibe altında bırakacak bir tahakküm toplumu teorisi yapıyor. Bu teorinin tamamen kendi uydurması, ucube bir varsayıma dayanıyor oluşu bu noktada önem taşımıyor.

Çoğulculuğun çürük temeli


"Çoğulculuğun temelinde," diyor Karaman, "hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün göreceliği ve eşitliği vardır. Bu ise İslâm'ın özüne aykırıdır." Böyle bir çoğulculuk tarifi yapıp bunu İslâm'ın "özüne aykırı" bulduğunuzda şunu söylemiş oluyorsunuz: Bir tek doğru vardır, bir tek iyi vardır, İslâm kendinden başka iyi ve doğru kabul etmez.

Bu, Karaman'ın söylediklerini aşırıya vardırmak falan değil, sakın ha. Kendisi de zaten bunu açıklamaya ve temellendirmeye çalışıyor. Diyor ki: Batı, "A ile B davranışını... din ve ahlâk açısından değerlendirmez. Birine iyi, diğerine ise kötü demez." Karaman "iki husus"u ayırt ediyor: biri "özgürlük vermek", ikincisi "değerlendirmek". Çoğulculuk, "farklılara" özgürlük verirmiş, hak verirmiş, ama "tercihleri din ve ahlâk bakımından değerlendirme dışı tutar"mış. Tabiî ki Karaman'ın ne istediğini tahmin etmek kolay: Her farklı görüş ve tavır sahibini yargılamak; onun deyişiyle "değerlendirmek".

Bakın, Karaman'ın "İslâm" diye tarif ettiği şeyin hükmü altında yaşıyorsak hayatımız nasıl cereyan edecekmiş:
İslâm... insanlara din ve vicdan özgürlüğü verir. Fakat bu özgürlük küfür, günah ve ayıp istikametinde kullanıldığında bunu olumsuz bir değerlendirmeye tâbi kılar. İman, dindarlık ve ahlâk istikametinde kullanılan irade ve hürriyetin eseri (iman, fazilet...) her zaman için üstün olur. Diğeri ise adi olur, bayağı olur; terk edilmesi gereken bir şey olur.
Bu kadar basit. İslâm adına hükmedenin iyi dediği iyidir, kötü dediği "terk edilmesi gereken bir şey"dir. Fakat niyeyse Karaman lafın burasında insafa geliyor. "İslâm"ın "adi" ve "bayağı" kimselere karşı zor kullanmayacağına bizi inandırmaya çabalıyor:
İslâm bunu zorla terk ettirmez; ama terk edilmesini ister, bu yönde teşvik eder. İnsanların akibetinin iyi olmasını istediği için iman istikametine yöneltmeye çalışır.
Benim akıbetimin nasıl olacağına dair bütün karar ve eylemlerin bana ait olduğu gibi bir "husus"u Hayrettin Karaman'a anlatmaya kalkışamam şüphesiz. Baksanıza onun bana hükmetmek istemesi tamamen benim iyiliğim için! Ancak böyle bir yazıya koyduğu şu son paragrafı kendisine yazdıran psikolojiyi çözmeye çalışabilirim:
Çoğulculukla din ve vicdan hürriyetini, (farklı inançtan insanların bir toplum teşkil etmelerini, temel haklardan yararlanarak bir arada yaşamalarını) birbirine karıştırmamak gerekir.
Nedense içimden şunları söylemek geliyor: Korkmayın, iktidarda olan sizsiniz. "Biz nasıl diyorsak öyle yaşayacaksanız" yazısı yazdınız diye kimse size bir şey yapamaz. Sübaba, sigortaya lüzum yok. Biz ne anlatmaya çalıştığınızı gayet iyi anlıyoruz. Her fırsatta üstünde "moloz aracı" yazan kamyonetleriyle caddeye fırlayıp insanları terörize ederek masa-sandalye toplayan Beyoğlu Belediyesi elemanları, zaten sizin sözlerinize ihtiyaç bırakmadan anlatıyorlar "gönlünüzden geçeni". Hükmü siz koyacaksınız, talimat vereceksiniz, sekülerlik zaten İslâm'la bağdaşmıyor, kimse bunu dile getiremeyecek vs. Bunları insanların gözüne gözüne sokarken, bir yandan da İslâm'da "din ve düşünce hürriyeti"nin bulunduğunu iddia etmeniz ise sadece bize sizin ahlâkınız hakkında fikir veriyor.

Nazikçe söyleyeyim: Umduğunuz gibi olmayacak. Biz, yani her türden "adi"ler ve "bayağı"lar, direneceğiz. Ve siz, tahakküm etmeden, kendinizi seçilmiş, ayrıcalıklı, hükmetme hakkına sahip sanmadan, başkalarıyla birlikte yaşamanın yollarını bulacaksınız.