28 Ağustos 2015 Cuma

Hakikat bizim kalsın, yalan onların

21 Kasım 2004'te, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, Mardin/Kızıltepe'deki evinin önünde 13 kurşunla vurularak katledildi. Devlet, Uğur'un babasının terörist olduğu, Uğur'un polislere kaleşnikofla sekiz el ateş ettiği, polislerin başka çaresinin kalmadığı, kendilerini savunmak için ufacık çocuğu vurduğu yollu yalanlar uydurdu. Uğur'un ayağındaki terlikler, önlüğü, yakalığı, bir simge olarak Türkiye zulüm ve vicdansızlık tarihine, tek kare fotoğrafı da kimilerimizin zihnine kazındı.


28 Eylül 2009 günü, 12 yaşındaki Ceylan Önkol, Diyarbakır'ın Lice ilçesine bağlı Şenlik Köyü'ndeki evinin yakınında, açık arazide bir havan mermisi buldu. Nedir diye bakarken mermi patladı, Ceylan'ın bedeni minicik parçalara ayrıldı. Annesi parçalarını eteğine toplayıp taşımak zorunda kaldı. Ceylan'ın ufacık bedeninden etrafa saçılan parçalar kimilerimizin hayatına değmedi ama onun o kocaman açılmış gözleriyle tek kare fotoğrafı kimilerimizin hafızasına kazındı.

27 Ağustos 2015'te de Şırnak/Cizre'de yedi yaşındaki Baran Çağlı öldürüldü. "Çatışma sırasında çöken duvarın altında kaldığı" da söyleniyor, kurşunla başından vuruduğu da; kesin ve sağlıklı bilgi henüz teyit edilmiş değil. Baran'ın fotoğrafı sosyal medyada görülür görülmez pek çok insanın aklına aynı şey geldi: O da tek kare fotoğrafı olan çocuklardandı. Pozu, iktidarın uğramadığı semtlerin çocuklarına özgü, bakışları mahzun, biraz da öfkeliydi. Bu dünyada varolmasına izin verilmeyebileceğini kavramıştı; gözleri bunu belli ediyordu.

Baran'la birlikte, yine Cizre'de 10 yaşındaki Emin Yanaş'ın kısacık hayatının da son bulduğu duyuldu. Şu ana kadar onun fotoğrafını göremedik. Belki yoktu, belki paylaşılamadı. Görmesek ne fark edecek; onun da o mahzun, yoksun çocuklardan olduğunu biliyoruz. Dünyaya gelmiş, "hani benim payım?" demesine fırsat kalmadan zorla, zorbalıkla dünyadan gönderilmişti işte.

Cinayetlerin, katliamların, çocukların öldürülmesinin ağır manevî yükü altında yaşarken her şey zor. Hattâ anlamsız. Ama hak ve adalet mücadelesini sürdürmezsek yaşamanın ne anlamı var?

Hakikat uğruna verilen savaş, hak-adalet mücadelesinin ayrılmaz parçası. Fakat bu ne yazık ki bir türlü kavranmıyor. Şuna inanıyorum: Hakikat, zorbaların değil hak-adalet isteyenlerin yanındadır. Eğer hakikate ille de bir "mücadele aracı" olarak bakacaksanız, eninde sonunda haklıların işine yarayacaktır, diyeyim.

Ve gazetecilik, esasında!, aslında!, bu hakikatin peşinde koşma mesleğidir.

Yeni çocuk cinayetlerinin duyulmasıyla birlikte, iki fotoğraf internette dolaşmaya başladı. Bunlardan biri, annenin ölü çocuğuna sarıldığı kare, 2007'den, Irak Savaşı'ndan. Öteki, babanın ölü çocuğunu kucağına aldığı kare, Ekim 2012'den, Suriye/Halep'tendi. İlki, şimdiye kadar sayısız defalar, Suriye, Irak, Filistin ve özel olarak Gazze'de çekildiği ileri sürülerek sosyal medyada dolaştırılmıştı. İkincisi de pek çok başka olayın yanına iliştirilmişti.

Bunların Cizre'ye ait olmadığını göstermek için uğraşmaya koyuldum. Ve bu tür durumlarda hep karşılaştığımız tepkiler ardarda gelmeye başladı. Tepkileri şöyle sıralamak mümkün: "Ne yani? Cizre'de çocuk öldürülmedi mi?", "Fark etmez. O da çocuk cinayeti, bu da", "Fotoğrafın sahiciliğiyle uğraşmanın sırası mı?", vesaire. Bunları anlayabiliyorum. Hakikatle ilişkisi neredeyse doğuştan bozuk bir toplumun, Türk Millî Eğitimi cenderesinden geçmiş insanları olarak, "hakikat" kavramına nasıl yaklaştığımızın hayatımızı nasıl şu veya bu hale getirebileceğini idrak edemiyoruz. Ayrıca, cinayete öfke, zulme tepki... hepsi biraraya geliyor, akıl mantık bırakmıyor.

Ancak işin bir de fitne-fesat tarafı var. Zaten hiçbir zaman hakkıyla layıkıyla boy verememiş gazeteciliğin neredeyse tamamen iptal edildiği, hem herkesi aptal yerine koyan hem alçakça bir propaganda faaliyetine dönüştürüldüğü bir ülkede, hemen tek haber-bilgi kanalımız olarak sosyal medya kalmışken, şu hayatî bir sorudur: Özellikle can acıtıcı, tepki doğuracak olaylarda sahte fotoğrafları çabucak yayanlar kimlerdir?

Cizre'de bir çocuğun öldürüldüğünü öğrenmiş, öfke ve hezeyan içindeki insanların, derhal oradan buradan sahte fotoğraf aramaya koyulacaklarını varsaymak akıl kârı mı? Bu fotoğrafları bulup yayanlar şüphesiz soğukkanlı insanlardır. Öyle bir anda soğukkanlı kalandan da her şey beklenir.

"Sahte fotoğrafları kimler yayıyor?" sorusunu haklı kılan bir delil, iktidarın açık veya gizli propaganda savaşçılarının, diyelim devletin işlediği bir çocuk cinayetinden sonra asıl olarak bu sahte fotoğrafları teşhir işiyle uğraşmaya başlamaları, böylelikle cinayetin hakikiliğine gölge düşürmeye çalışmaları. Düğmeye basılmış gibi cereyan ediyor her şey: Bir anda sahte fotoğraf piyasaya sürülüyor, yüreği yanan insanlar can havliyle ve öfkeyle bunu paylaşıp yayıyor; ve derhal mâlûm vicdansız tetikçiler devreye giriyor, "işte, sahte fotoğrafla kara propaganda yapıyorlar!" diye haykırmaya başlıyor ve kendi kara propagandalarını yapıyorlar.

Sahte fotoğrafları iyi niyetle paylaşan, sahteliği söylendiğinde de tepki gösterenlerin kavrayamadığı şeyler şunlar: Sahte delille yaratacağın tepki kolayca tersine, sana döner. Ayrıca öldürülmüş ufacık çocuğun acısı bu şekilde araçlaşıyor ve ikincilleşiyor, mevzu kimin kara propaganda yaptığına, şuna buna geliyor. Suçlulara bahaneler, demagoji fırsatları sağlıyorsunuz. Cinayete tepkinin "temizliği"ne, doğallığına, gücüne halel geliyor.

Tamam, memleketimizde doğru dürüst gazetecilik neredeyse yok denecek düzeydeydi, şimdi onu da mumla arar hale geliyoruz. Bu yüzden düzgün işletebileceğimiz bir haber kanalı olarak sosyal medyaya ihtiyacımız büyük. Harcarsak, kötüye kullanırsak, itibarsızlaştırırsak elimizde hiçbir haber alma-verme kanalı kalmayacak.

Haber, bilgi, hakikat... bunlar bizimdir. Manipülasyon, yalan, sahtekârlık onların.