Radikal, 20.08.2015
Beylik fıkradır, çoğunuz biliyordur, lâkin bir defa daha, içinde bulunduğumuz durumu en iyi böyle tasvir edebiliyoruz:
Türk, Kürt, Ermeni, üç kafadar, bu üçünün kafadar olup kırlarda dolaşabildiği bir zamanda, köy civarında dolaşmaktadırlar. Elma bahçesine denk gelirler. Girip birkaç elma koparırlar, suya tutarlar, tam aralarından biri ilk ısırığı alacakken bahçenin Türk sahibi, elinde sopayla yanlarında bitiverir. İrikıyım adama bakarlar, birbirlerine bakarlar, korku içinde, başlarına geleceği beklerler. Bahçenin sahibi doğrudan Ermeni'ye girişir. Sopayı indirirken, “Ulan, haydi bunlar Müslüman, sana oluyor ey gâvur!” diye bağırması, Türk'le Kürt'ün yüreğine azıcık su serper, “yırttık” diye geçirirler içlerinden. Fakat bahçe sahibi, Ermeni'yi yere yıktıktan sonra hiç oyalanmadan Kürt'e girişir. Bir yandan, “Ulan haydi bu Türk, sen hakla giriyorsun bahçeme!” diye bağırmaktadır. Türk, arkadaşlarının dayak yediğine üzülmektedir ama bir yandan da için için sevinir, yırttım diye. Yırtamaz. Bahçe sahibi Kürt'ü de yere yıktıktan sonra Türk'e döner, “Haydi bunların biri gâvur, biri Kürt, ikisi de hırt, sen utanmıyor musun!” diye haykırarak sopayı indirmeye başlar.
Üç kafadar, ağız burun kan içinde, dağılmış halde bahçeden çıkıp yürürken, Türk Kürt'e döner, “Yahu biz baştan bu Ermeni'yi dövdürmeyecektik,” der.
Memlekete dışarıdan bakan biri, şu anda böyle bir Türk'ün yaşamadığını düşünür sanırım. Halbuki yaşıyor. Az sayıda. Herhalde hemen hepsi HDP'ye oy vermiştir.
Günümüz Türkiye'sinin en derin hakikati, ne yazık ki hâlâ bu fıkra aracılığıyla anlatılan şey. Üstelik bir adım daha ilerisi. Fıkradaki Türk'ün torunu, '90'larda Kürtleri dövdürttüğü için şimdi başına birtakım felaketlerin geldiğini idrak etmeli, fakat edemiyor. Askerî vesayet-İslâmcı kavgasının gerisinde, derininde yatan suç ortaklığı ve kader birliğini hâlâ çıkarıp ortaya getiremedik (çünkü belki de çıkarması, getirmesi gerekenler de kısmen suç ortağıydı).
Uçaktan üçüncü Boğaz köprüsü için yok edilen ormanların yerindeki çıplak toprağı görünce ağlamaklı olan TC_Aysun'un nemli gözleri, Cudi'nin kömür olmuş simsiyah yerlere serilmiş ağaçlarını görmüyor; Kürt köyleri ateşe veriliyor, o hissiz. Hayvanlar kor olmuş dalların, kül olmuş yaprakların üzerinde, dumandan boğularak, inleye inleye telef oluyor; köpek barınağı için günlerdir uykusuz kalmış TC_Hakan'ın kulağı, devletin yaktığı ormanlardan gelen sesleri duymuyor.
Devletin -onyıllardır tekrarlayarak- işlediği suçlara dair her bahsin karşısına, “Ama PKK!..” koyarak vatanî görevini yapıyor, Ortaçağ karanlığına karşı Aydınlanma'nın, hurafelere karşı aklın savunucusu çağdaş Türkiye ahalisi. Merkez medya denen, aslında müşterisi bu ahali olan pazarlama şirketleridir -içlerinde mecburen bulundurdukları ufak adacıklar kimseyi şaşırtmasın.
O zaman, bugünlerde çok yüksek sesle sorulması gereken sorular arasında şu ilk sırayı alıyor: Rahatsız olduğunuz, İslâmcıların Kürtleri öldürmesi mi? Sizinkiler mi öldürsün istiyordunuz, bu mudur mesele? Yoksa Kürtler öldürülürken içki mi içilecek, namaz mı kılınacak, bununla mı uğraşıyoruz?
Ermeni soykırımıyla yüzleşilmeyen, bu büyük insanlık suçunun hesabının görülmediği bir yerde, fikir özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, çoğulculuk, çeşitlilik barındıracak bir toplum hayatı kurulabileceğini sanmak düpedüz hıyarlıktı. Bu hıyarlığa az veya çok hepimiz iştirak ettik. Ermeni soykırımı meselesini bilenler dahi, bunun bir aşamada bir şekilde halledilebileceğini sandı. Oysa bu yüzleşme aşaması geçilmeden insanca bir ortama kavuşmamız mümkün değildi. İşte, görülüyor.
Kürtlere reva görülen zulümler karşısındaki genel tutum, bu tarihî kökten bağımsız değildir. 1990'larda yapılan edilenler ve şu anda birden tekrar yapılmaya edilmeye başlananlar, öyle yenilir yutulur işler değil. Diyarbakır Cezaevi'ndeki rezaleti herkesin mâlûmu sanıyoruz; belki değil. '90'lar, '90'lar deyip duruyoruz; şu anda 25-30 yaşlarındaki insanlar hiçbir şey bilmiyor, hatırlamıyor olabilir. Ancak, faili meçhul cinayetler (binlerce), gözaltına alıp kaybetmeler (yüzlerce), köylüleri ortayerde toplayıp erkekleri yere yatırıp üzerlerinde gezinmek, gerilla cesetlerini panzer arkasına bağlayıp sokaklarda sürümek, dışkı yedirmek, günlerce haftalarca en ağır işkencelerle sakat bırakmak, akla hayale gelmedik yöntemlerle insanları topluca aşağılamak, gündelik, sıradan bir pratik olarak “Türk devleti” ile özdeşleşti. Bundan öyle kolayca kurtulunamaz. Hesaplaşılması, yüzleşilmesi gereken bir vahşet var ortada. Kürtlerin hakkı hukuku, rehabilitasyonu ayrı, vahşete alet edilmiş askerlerin, polislerin ruh sağlıklarına yeniden kavuşmaları için dahi gerekir böyle bir yüzleşme.
Bazıları, “Ama PKK!..” diye parmak kaldırdıklarında bu tarihî ve toplumsal ve insanî ihtiyacın ortadan kalkacağını sanıyor olabilirler. Yanılıyorlar. Olacak tek şey, her birilerini yere yatırıp “Türk'ün gücünü göreceksiniz!” diye aşağıladığınızda beş yüz, her köy yaktığınızda bin, orman yaktığınızda iki bin... gencin daha dağa koşması. Çünkü 12 yaşındaki çocuğu 13 kurşunla öldürüp yanına Kaleş koymak, öldürenleri cezalandırmamak, üzerinden atlanıp geçilecek bir şey değil; fakat böyle bir vahşetin, bırakın tepkiyi, toplu bir üzüntü yaratmaması, asla unutulmaz. Dolayısıyla telafi gerektiren bir durumdur. O çok lafı edilen '90'ların bugüne uzanan en utanç verici ve tehlikeli özelliği, Kürtler perişan edilirken ortalama Türk'ün oralı olmayışıydı.
“Ama PKK!” diye bir durum yok mu? Var elbette. PKK'nin kınanması gereken çok eylemi, önderliğine sorulması gereken çok soru var. Türkiye tarihinin ilk çoğulcu-demokratik kalkışmasını sabote eder görünüyorlar. Nedendir? Mesele “Varız, buradayız!” demekse, otuz beş senelik gerilla örgütü için bunun yolu, yatağında uyuyan iki genç polisi öldürmek, bunu gayet şaibeli bir duyuruyla üstlenmek, sonra “yapmadık” demeye getirmek, bu arada da, Suruç katliamının toplumda yaratacağı infial ve devlet karşıtı havayı ortadan kaldırmak mıydı? Ayrıca, sahici bir DAİŞ hedefi yok muydu “misilleme” yapılacak? Bugüne kadar Kürt özgürlük mücadelesini desteklemek isteyen pek çok insanın, PKK'nin cinayeti ve intihar eylemlerini meşru mücadele yöntemi saymasından ötürü bu mücadeleye mesafeli kaldığını, oysa HDP'nin açtığı kitlesel-barışçı mücadele yolunda bütün dostlarının Kürtlerle birlikte yürüyebildiğini PKK önderleri görmüyorlar mı yoksa bu hal hoşlarına mı gitmiyor?
(Bu yazıyı yazarken haber aldım ki, PKK Siirt'te askerî araca bombalı tuzak kurup sekiz askeri öldürmüş. HDP çizgisine de hepimize de tuzak kuruyorlar gibi.)
Velhâsıl PKK önderliğine sorulacak bin türlü soru var, buraya sıkıştıramayız. Lâkin, akıl-mantık-muhakemenin sadece gizli saklı özel dükkânlarda eser miktarda bulunduğu memleketimizde maalesef hatırlatmak gerekiyor ki, bizler, sıradan insanlar, PKK önderliğini seçmiyoruz. Onlar bizim yöneticilerimiz değil. Onlara laf geçirmemiz mümkün mü? Hayır. Buna karşılık, devletin, hükümetin, partilerin yapıp ettiklerini etkileme şansımız var. Olmalı. Yoksa da yaratmalıyız.
Çünkü, olan bitenden sorumluyuz.
Türk İslâmcısı, mutlak iktidarı için Kürt ve Türk gençlerini öldürtmeyi, karşılıklı yeni kin ve düşmanlık tohumları ekmeyi, toplumsal hastalıklarımızı ağırlaştırmayı, Kürt köylerini, ormanlarını yakmayı, memleketin bir bölümünü insanî ve ekonomik bakımdan harap etmeyi seçti. Türk İslâmcısına soru sormamızın anlamı yok. Yalan dışında cevap alamayız.
Ama Türk İslâmcısının iktidarından muzdaripliğini neredeyse hayatının özü, varlığının anlamı kılmış “modern” Türk'ün yakasına yapışılması gerekiyor. PKK'nin şusu busu, devletin Kürtlere reva gördüğü zulme karşı çıkmamanın gerekçesi olamaz.
Oluyorsa, Kürtlere karşı Erdoğan'la aynı cephedesindir. Bu kadar basit.