Radikal, 27.08.2015
Başkanın Saray'da muhtarları toplayıp gönlünce esip savurduğu, keyfince buyurduğu toplantı, Yeni Türkiye'nin bir nevi “büyük kongre”si midir; adı “büyük kongre” olan bütün toplantılar gibi, aslında kendisi “büyük” değil, sadece “kongre” olan, tek bir “büyük” iradeyi kutsamak üzere toplanan cinsten? Yoksa 2015'lere taşınmış bir tür temsilî agora mıdır, sigara paketlerinin üzerine telefon numaraları yazarak, klasörlerini, cilalı ağaca kazınmış isim levhalarını, minik Türk bayraklarını ve belki de dönüşte veda edecekleri iri cam tablalarını bu gündelik eşya ile hiç de uyumlu olmayan halelerle bezeyip görkemli bir hayal âlemine taşıyan, eğreti takım elbiseli adamların toplaştığı salon?
Başkanın muhtarlar toplantısı geleneği tesis etmesine iki taraftan da bakmalıyız: Kürsüden ve salondan.
Salonda heyecan olmalı. Elini ayağını nereye koyacağını bilememe hali. Belki “kızdırırsam” korkusu. Ürkeklik. Yabancılık. Ayak izinin bir an belirip kaybolacağı halının hayatın boyunca biriktirebileceğinden daha değerli olduğunu bilmenin ezikliği. Oturduğun koltuğun, hayatına uzak, ancak orada dokunabileceğin yüzeyi ile her temasında saç diplerinden alnına, şakaklarına yayılan serinlik.
Kapıdan girdiğinde gideceğin yönü işaret eden o uzun boylu görevlinin tebessümüne saklanmış buyurganlık... Onun o kadar yakında olması; uzanıp tutuversen işaret eden o eli, el sıkılacak mesafede oluvermesi... onun... otoritenin... Devletin.
Bu şölende, bu ayinde kendinden geçmeyecek muhtar var mıdır? Belki. Ama devlet denen o büyük ruhun tesbit edilebilen en ufak parçacıklarının cisme kavuştuğu bedenler arasında ayine kendini kaptırmayacak olanlar şüphesiz bir, haydi iki elin parmakları kadardır. Devletin vücut bulduğu en küçük birimdir muhtar; bizzat o bulunan vücuttur işte.
Bu vücutları ayinlerle kendilerinden geçirip tek bir büyük vücut haline getirme işi, Yeni Türkiye faşizminin kitle çalışmasının iki ana kolundan birini oluşturuyor. Yekvücut yapma faaliyetinin öteki kolu, önceki gün Kuveyt asıllı bir İrlandalı tarafından sekteye uğratılan “benim esnafım Alperen'dir” hattı.
Fiilî başkan Tayyip Erdoğan, eğer köşeye sıkışırsa hem kaos stratejisini yaymak, yükseltmek ve derinleştirmek hem de fiilen sokaklara, çarşılara, şehirlerin, kasabaların gündelik hayatına egemen olabilmek için kendine bir sivil kuvvet yaratıyor. Şimdilik resmî silahlı kuvvetlerle de sorunu olmadığından, muhtemelen, “millî irade”nin yerleşik ifadesi sayılan seçimli meşruiyet düzleminde sorun çıkarsa bu “kuvvet”lere dayanarak mutlak otorite kurabileceğini, sürdürebileceğini varsayıyor.
1 Kasım seçimlerinin gerçekten yapılıp yapılmayacağı sorusu bu yüzden çok sahici bir sorudur. Koskoca seçim sonucunu yok sayan, seçimli-parlamentolu bir rejimin asgarî meşruiyet gereklerini pervasızca inkâr eden bir zihniyetin 1 Kasım'da çıkacak sonucu olgunlukla, dürüstçe kabul edip buna göre davranacağını varsaymak için elimizde hiçbir veri yok. Maalesef.
Buna karşılık, acaba her şeye rağmen Türkiye'nin, “ötekinin hakkı” kavramını bilmeyen, eğreti bir toplum olarak, şimdiye kadar kendi kanununu bile tanımamış bir devlet yapısı olarak ulaştığı seviye, bir 'tek adam'ın keyfî diktatörlük kurmasını önleyebilecek mekanizmaları barındırıyor mu? 7 Haziran seçimlerinin bütün sabotajlara rağmen doğru dürüst yapılabilmiş oluşu bu açıdan umut veriyor vermesine. Ancak hemen ardından, meşru seçim sonucunun iktidar tarafından fiilen iptali ve muhalefet konumunu işgal eden rejim partilerinin böyle bir hamle karşısındaki acizlikleri, atıllıkları, isteksizlikleri... “Millî iradeyi tanımama”nın karşısında işler bir mekanizmanın olmayışı.
“Muhtarlara Konuşma”nın bir aşamasında başkanın ağzından dökülen iki ayrı söz kümesi, dolaylı yoldan, yine de bazı güvencelerimizin varolduğuna işaret sayılır mı? Yoksa onca eğip bükmenin arasında sadece lakırdı cambazlığı mıdır, PR zanaatkârlığı mıdır?
İlki, Tayyip Erdoğan'ın, millî iradeye kendisinden daha saygılı kimsenin bulunamayacağına dair tiradı. Şöyle dedi: “Bu ülkede milletin iradesine saygı konusunda kardeşinizden daha ileride kimse yoktur.” Bunu söyleme gereğini neden duydu? Çünkü 8 Haziran gününden bu yana iktidar katında yapılan işin açık adı, “millî iradeyi çiğneme”dir. Aksini söyleyebilecek tek dürüst insan çıkmaz. Demek Reis, muhtarlar arasında bu yönde bir şüphe, çelinmeye muhtaç akıllar, tatmine muhtaç ruhlar bulunduğunu biliyor. Bu yüzden, Türk sağcısının beylik silahı millî irade, Başkan'ın son Muhtarlara Hitap'ının gözde motiflerindendi. Farklı bir işlevle.
Tayyip Erdoğan, millî irade kavramının bir taarruz silahı olmaktan çıkıp savunma aracına döndüğünün ne kadar bilincinde, bilemem. Ama durum budur. Türk sağcılığının AKP versiyonu, millî irade adına, bu iradeyi gasp ettiğini ileri sürdüğü birilerinden hesap sorma makamındaydı ve ne elde ettiyse bu sayede etti. Şimdi, “vallahi millî iradeyi çiğnemiyoruz” çizgisine gelmiştir. Üstelik, bunun açıkça yalan oluşu bir yana, ortaya çıkmasından korktuğu kirli bir geçmiş yüklüdür sırtında.
Muhtarlara Hitap'ta dikkat çeken ikinci husus, Reis'in savaş konusunda da savunmaya geçmiş oluşudur. “Bunlara bakarsanız,” diye konuştu Erdoğan, “savaş isteyen devlet, hükümet ve şahsım.” Durup dururken hakkındaki olumsuz iddiayı gündeme getirmek için sebepleri olmalı. Var. Sinir uçları hane halkı düzeyine uzanacak otoriter devlet örgütlenmesinin çekirdek birimleri şüphe ve endişe dalgalarından ârî kalsın istiyor. Kendisi endişeli çünkü. Endişeli, çünkü ayin heyecanı ve liderle aynı havayı solumanın coşkusu içerisinde çakıldıkları koltuklarında muhtarların belli belirsiz kıpırdandığını görebiliyor, salonun duvarlarını usulca yalayarak dolaşan tedirginlik esintisini, endişeyi koklayabiliyor. “Bu iddiaya inananların akıl sağlığından şüphe ederim,” diye gürledi, “Saray'ın savaşı” iddialarını bizzat hatırlatmak zorunda kaldıktan sonra. Türkiye'de doğup büyümüş her insan, “böyle düşünen delidir” denen her durumda tam da öyle düşünmenin bir mesnedi, manası olduğunu bilir.
Muhtarlara Hitap yoluyla Reis endişe mi bastırıyor? Neden olmasın? Böyle bir evreye geçtik. Geleneksel hinlik gözetilerek, göreneksel kurnazlık seferber edilerek kurulacak hesaplar, akıl-mantık şüphesiz yine devrede kalacaktır kalabildiğince; lâkin bundan sonrasına daha çok endişeler, giderek korkular yön verecek gibi gözüküyor. Kandil'in uçaklardan bombalanmasının “tepki boşaltma” ile izah edilebildiği bir devlette, politikalara endişenin yön vermesi çok da yadırganacak iş değil.
Maksat iktidarı kaybedersen mahvolacağın duruma kendini düşürmemekti. Bunun için artık çok geç. Kaç insan daha öldürürler, kaç Kürt şehrini daha yaşanmaz hale getirirler, kaçımızı içeri atarlar, memleketin az buçuk demokratik kazanımlarının ne kadarını daha yok ederler, kaç ormanı daha yakarlar, kaç tarihî kuleyi daha Sürger Bob anıtı haline getirirler, kestirmek zor; toprak müsait, zayiat fazla olabilir.
Korkunun yön verdiği, korku dolu o sona yuvarlanma sürecinin içindeyiz.