Radikal, 04.08.2015
Derin hakikatleri bir çırpıda ve tokat gibi açığa vuruveren sözler haliyle hepimizin zihnine kazınır, çabuk hatırlanır, çabuk yayılır. Hangi deyişlerin ne kadar sık kullanıldığına bakılarak bir memleketin hali anlaşılabilir. Türkiye'de en sık tekrarlanan özlü sözlerden biri şu: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.”
Sırf son iki aydan kısa bir döküm yapayım dedim, yapamadım. Beceremedim, elim gitmedi. Biliyorsunuz nasıl olsa.
İnsanların vurularak, bombalanarak, parçalanarak, suikastlarla, planlı cinayetlerle can vermesi, yargısız infazlarla öldürülmesi, hattâ nasıl öldürüldükleri bile bilinmeden yok edilivermeleri, bizim yakın tarihimizin temel karakteristiği. İttihatçıların köprü üstünde muhalif gazeteci vurarak açtığı yolda Cumhuriyet yönetimi istikrarla ilerledi, Kürt isyanlarında başvurulan kitlesel yok etme işlemleri geliştirilip sivil alana uyarlandı ve Alevi katliamlarında bunlardan yararlanıldı. Devletin türlü şekillerde insan öldürmesinin veya linçler, katliamlar tertipleyerek sivillere de bu faaliyete katılma imkânı yaratmasının bir memleket hakikati olarak yerleştirilmesi ve doğuştan edinilen bilgi haline getirilmesi, maalesef şimdiki iktidarın eseri değil; bununla övünme şansları yok.
Ancak neoliberal İslâmcıların öldürme-katletme kültürüne yaptıkları, sahiden fark yaratan katkılar var. İktidar uğruna işlenen cinayetlerin etrafına cinayetin kendisi kadar kirli bir kitlesel onay örtüsü sarmak, -deyim yerindeyse, cinayeti mübarekleştirmek- bunların ilki. Canını aldığın yetmiyormuş gibi, öldürdüğün insanın cenazesini kullanarak da siyasî yarar sağlamaya çalışmak, ikincisi.
Sivas katliamı avukatlarına siyasî saflarında yer vermek gibi bir Şark işi pespayelikten, katliamı dolaylı yoldan onaylamaktan sözetmiyorum. Aylarca azap çektikten sonra can veren ufacık çocuğun annesinin miting kalabalığına yuhalatılmasıyla açılan yoldan sözediyorum. Bu, gençleri öldüren, gözlerini çıkaran polise “emri ben verdim” demenin de ötesinde, başka bir kültürel boyut, başka bir mesaj, başka bir varoluş. İktidarın destekçisi Müslümanlar bu yolu onayladı. Bu yolda yürümenin dinine, dindarlığına halel getireceğini düşünenler, her vakit olduğu üzre, tanıdığımız, bildiğimiz bir avuç vicdan sahibi Müslüman.
Bu memleketin ateistinde de, din düşmanında da, elbette esas olarak İslâmî toplumsal kültürden gelen “ölüye saygı” kavramı vardı. Bu kavram eğer birilerinde zaman zaman yok olabildiyse, bunlar, tuhaf ama, linçlere katliamlara katılan ve daha çok mütedeyyin olduğunu iddia eden insanlardı. Maraş'ta ölülere dahi yapılanları sıralamayacağım. '90'ların kirli “düşük yoğunluklu savaş”ında Kürt illerinde askerin polisin sergilediği insanlık durumunu tasvir etmeyeceğim. Lâkin böyleydi. Bir insan cesedini aracın arkasına bağlayıp yerlerde sürüyerek parça parça eden, çeşitli uzuvlarını kesen, kemerine asan insanlar kimlerdi?
Bugün sosyal medya sayesinde, diyelim Kürtler öldüğünde sevinen, daha fazlasının ölmesini dileyen, ölen gencin anasına küfür eden insanlara dinsiz desek üzerimize saldırırlar.
Dindar insanların bunlara zaten, doğal olarak meydan vermiyor olmaları gerekirdi. Olmuyor.
Olamıyor. Çünkü güncel İslâmcı liderlik, çok kötücül bir zihniyeti pompalıyor, alenen kötülük yayıyor. Ölen çocuğun annesinin yuhalatılması ruhlar için öyle muazzam bir zehirdi ki, onyıllarca temizleyemeyecekler, farkında değiller. Şu anda bu zehrin yeni yeni versiyonları piyasaya sürülüyor, kana kana içiliyor. Buna karşılık kendilerini temiz sanıyorlar.
Bu yüzden kimsenin temizlenmeye niyeti yok.
Rojava'da ölen on üç gencin cenazesi bir haftadır sınır kapısında, bir soğuk hava konteynerinin içerisinde bekletiliyor. Aileleri orada perişan.
Bir cenazenin gömülmesini engellemenin dinî bakımdan herhangi bir vebali var mıdır? Dinin kendinden olana ve olmayana bütünüyle farklı haklar tanıdığına atıfla konuşursak: “üstelik” Müslüman cenazelerinden bahsediyoruz.
Devlet acımasızdır, vicdansızdır, devleti yönetenler, temsil edenler de her fırsatta bunları cisimleştirmeye çalışırlar. Çocuğu ölmüş anneye ilave zulmedildiğinde sanki devlet yeni topraklar kazanmış gibi olur. Çünkü bizimki gibi ülkelerde devlet toplumuyla sürekli savaş halindedir; toplumsal haklar, devlet için toprak kaybı anlamına gelir. Bunlar buranın “kültür” unsurları, eyvallah.
Peki kardeşim, bunca Müslümanın arasından birilerinin de çıkıp, “Yahu bırakın, insanlar cenazelerini gömsün, ayıptır, günahtır,” diyemeyişi nasıl bir vaziyetin ifadesi? Zavallıca bir vaziyetin, her şeyden önce.
Burada da AKP iktidarında oluşan, yerleşen, makbulleşen zihniyet ortamının siyaset kültürümüze bir başka katkısı rol oynuyor: Dünyadaki bütün meseleler sadece ve sadece AKP iktidarına yararı-zararı açısından ele alınır. Sırf yarar-zarar da değil; hayat, gücün kimin elinde olduğunu her an herkese gösterecek şekilde akmalıdır.
Öte yandan, AKP'de toplaşmış İslâmcıların iktidarının bu memleketin Müslümanlarını pek çok yükümlülükten kurtardığını söyleyebiliriz. Meselâ -ne güzel!- böyle durumlarda “dinen”, “vicdanen” gibi ölçütlerle düşünme-eyleme mecburiyetleri yok. İktidara, gücü ellerinde tutmaya yarıyorsa hiçbir günah günah olmuyor artık. Hiçbir vicdansızlık, acımasızlık, sorun olmuyor.
On üç cenazeyi sıcakta, bir konteynerin içinde bekletenden her şey beklenir. AKP'ye kadar devlet politikası, insanları cenaze haline getirmenin yöntemleriyle bezeliydi; İslâmcılar, cenazelerle oynamayı işin içine katarak resmî zulüm yelpazesini zenginleştirdiler. Özellikle bu faslın güya dinî referanslarla hareket edenlere nasip oluşu pek ibretlik bir durumdur. “Öbür dünya” varsa, orada bunun hesabı sorulmayacak da neyinki sorulacak?
Kendini günahtan azade sayan dindardan daha tehlikeli biri yoktur herhalde. Hem inanıyor hem dayatıyor hem onu kısıtlayan hiçbir kayıt yok. Hırsızlık günah değil, öldürmek günah değil; cenaze bekletmek niye günah olsun ki!