Radikal, 18.08.2015
Sınırın öte tarafına geçip bu yana bakmak hep tuhaf bir histir. Doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız, toprağına bastığınız, kaldırımını çiğnediğiniz, dostlar, arkadaşlar edindiğiniz, insanları sevindirdiğiniz, incittiğiniz, gurur veya pişmanlıklar duyduğunuz bir yer, sizi aç bırakmış ya da karnınızı fazlasıyla doyurmuş bir yer, karşıdaki. Ne olursa olsun, sizin yeriniz işte... Sınırlar, pasaportlar, asık suratlı polis memurları, nöbetçi kulübelerinin ardından bakınca neden farklı gözükür?
Hele aradaki kapalı bir sınırsa, hem durum hem hisler daha da tuhaflaşıyor.
Biz, yaşadığı toprakları hiçbir zaman tam anlamıyla kendi yeri hissedememiş bir toplumun fertleriyiz. Toplum olamayışımızın bir sebebi bu. Evet, hâlâ!
Yaşadığımız yerle aramızdaki mesafenin sebebiyse çeşitli – yaygın kanaate göre.
Oysa bir tek basit sebebi var: Bu toprakları birileriyle paylaşıyorduk, paylaşıyoruz; bu topraklar hepimiz burada olduğumuz için bu topraklardı; biz paylaşmak istemeyince kanla sulandılar, lanet çöktü üzerlerine, oralı olmadık, dokunmaz, zarar vermez, dedik, verdi, anlamadık, kanlı toprak havayı bozdu, yine de içimize çektik, suyu zehirledi, yine de içtik, hastalandık. Hastalığın en kötü yanı, hastanın hastalandığını fark etmeyişiydi.
Bir kâbus âleminde sürdü hayatımız. Kurtuluşu öğrenilmiş cehalette bulduk.
Cehalet bizi kurtarmadı. Abdülhamid'in Hamidiye Alayları kurması ve eli kanlı karikatürlerinin yapılmasıyla, Atatürk'ün idam edilmiş soykırım suçlusunun kızlarına “Ermeni evi” verdirtmesi arasındaki bağlantıyı görmeyen, bulmayan, kurmayanlar olarak, iki takıma ayrılıp aramızda maç yapmaya koyulduk.
Bugün Türkiye-Ermenistan sınırının niye kapalı durduğunu mâkûl şekilde izah edebilecek tek kimse yoktur. İnsanlığı, iyi niyeti, şunu bunu bir kenara bıraktık - uzun zaman oldu; “ulusal çıkarlar” (yatırımdı, ticaretti vs.) açısından dahi bu sınırın kapalı durması ne kadar saçma! Ama kapalı.
Yol kenarında kavun karpuz satan adamdan üç adım ötede durmuş Ararat'a bakarken, Acaba, diyor insan, temastan mı korkuluyor? “Her temas iz bırakır” (Emrah Serbes, Behzat Ç.). Belki inkâr, şirretlikle, yalanla savunuluyor ve temas kesikliğiyle garanti altına alınıyordur. Hrant'ın yaptığı, başardığı, belki de, indirgeye indirgeye tek bir kavrama sığdırmaya çalışsak, temas manasına geliyordu. Olan bitenle temas. Neden asla tarihçilere veya başka birilerine bırakılamayacağı dokunulduğu anda kendini belli eden tarihle temas. Kurbanla temas. Bundan doğan yükümlülükle temas. İnsan gibi yaşamaya devam edebilmek için halletmen gereken büyük meseleyle temas. Aksine inanabilmek için hastalığa razı olduğun hakikatle temas.
Haysiyet ve yücegönüllülük yoluna değil, gaspçılık, fırsatçılık, inkâr ve şirretlik yoluna saptığımız içindir ki, Kürt meselesinde de aklı başında her insanın görebileceği hakikatleri göremiyoruz.
Millet-i hakime olmak kolay iş değil. Erkeklik gibi âdetâ. Mütehakkim değilsen, muktedir değilsen huzursuzluk damarlarında dolaşan bir minik şeytanlar ordusu gibi; göz yumdurmuyor, rahat soluk aldırmıyor sana, güzelce arkana yaslanamıyorsun, yumruğun hep sıkılı, parmaklarına kramplar giriyor; artan bir gerilim... nasıl boşalacak? Boşalmazsa nasıl oturacaksın yerinde?
Üstelik, kağıt üzerinde millet-i hakime iken aslında ayrıcalıklı bir kesim dışında bunun nimetlerinden faydalanmamışsın. Neden sonra, katliamlardan, gasplardan sonra iktidar sana da ucundan tattırılmış, o kadarıyla bile kendinden geçmişsin, ruhunu sakatlamışlar bu yolla. Aklın yerinde değil, hep birilerinin elinde, onunla oynayıp oynayıp tutuşturuyorlar eline. Hepinizin eli pis, o da leş gibi olmuş. Zihnin fikirle değil duygularla dolu. Sükûnet kavramı sözlüğünde yok, mantık-muhakeme hiçbir oyununa dahil değil. Duygularının bulunması gereken yerdeyse bazen bir Gûlyabani dolaşıyor, bazen satırlar, baltalar yığılmış duruyor, bazen alevler yükseliyor.
Şimdi sana dediler ki: Tamam, cihana hükmediyoruz artık.
Bir defa, bu yalan. Meselen, artık beceremediğin, elinden kaçan şey, Kürtlere hükmetmek; cihan filan hikâye.
Yalan bir yana, hükmü seninle paylaşacaklar mı sanıyorsun? Peşlerinden sürükleniyor, bütün günahlarına iştirak ediyorsun.
Cennete gidecek masumlarla cehennemlik günahkârlar tam olarak nerede ayrılıp saadet veya azap yollarına gönderiliyor, bilmiyorum. Gerçi 5,7 milyar lirayla bile doyurulamayan Diyanet İşleri de bilmiyor. Belki ilave 700 milyon lirayla ayrıca araştıracak, öğrenecektir. Sorgu işlemlerinden, Sırat Köprüsü'nden sözedilebildiğine göre, iki grubun bir süreliğine aynı yerde bulunduğunu varsaymalıyız. Orada insan cennetlik olduğunu düşünse bile içten içe ürperiyordur: “Ya farkında olmadan bazı suçlar işlemişsem!” Cehennemliklerin bazıları da umutlanıyordur. Heyecanlı, gerilimli bir bekleyiş hali vardır herhalde.
Sen bu heyecanı yaşamayacaksın, senin durumun vahim, muktedir, pişkin, kalpsiz millet-i hakime İslâmcısı. Sen belli ki asla ürpermeyeceksin. Öylesine kendinden emin gireceksin ki sıraya, sırf bu halin yüzünden derhal teşhis edecekler seni. Cennete gitsen oradakilere de zarar vereceğini, alçakgönüllü masumlara hükmetmeye kalkışacağını, pınarlara baraj, çayırlara inşaat yapıp kendine illâ bir tür ayrıcalık sağlamaya çabalayacağını anlayacaklar. Birilerine hükmetmezsen, birilerini ezmezsen yaşayamayacağın artık yüzünden ve her sözünden belli oluyor. Sanırım itiraz etmezsin: Biz görebiliyorsak Allah da görüyordur.
Günün birinde anlarsan asla inanmayacağından, derin bunalımlara düşeceğinden eminim: Bu mesnetsiz büyüklük ve üstünlük duygusunu sadece seni seçilmiş yaratık olduğun yalanına inandıran din hocaların yaratmadı; bunu Cumhuriyet'in eseri Türk Millî Eğitimi'ne de borçlusun. Ya! Hayat sürprizlerle dolu...
Lâkin asıl büyük haber bu değil. Şu: Büyüklük ve üstünlük hissiyatı sandığın şey aslında aşağılık ve suçluluk duygusu. Neyse ki bu asıl haberi öğrenince uğrayacağın büyük zarardan ebediyen sakınabileceksin, zira böyle bir şeyi idrak etmen ihtimali yok.
* * *
AKP milletvekili Hüseyin Kocabıyık adla şahsa özel not:
Şöyle demişsiniz: “Şehitlerimizin vebali HDP'ye oy veren şerefsizlerin üzerinedir. Allah onların belasını versin.”
Bahsettiğiniz insanlardan biri benim. İlkin, bu eylemimle şerefsizlik yapmadığımdan eminim. Hattâ sizin dahi şerefinizi kurtarmayı amaçladığım söylenebilir. Hangi aydınlık kafayla, hangi yüksek ahlâkla bu lafı ettiğinizi tahmin edebiliyorum. Sizi, kendi toplayacağınız bir kalabalık önünde, hangimizin şerefsiz olduğunu ortaya çıkarmayı hedefleyen bir tartışmaya davet ediyorum. Sıkışırsanız linç edip “tahrik olduk” dersiniz, devlet de size bir şey yapmaz; dolayısıyla sizin açınızdan rizikosu da yok.
Benden duymanız yürek burkucu, ama söylemek zorundayım: Allah bundan böyle kimin belasını verecek, bilemeyiz haliyle, lâkin sizinkini verdi bile, haberiniz yok. İktidar uğruna insanlar öldürüyor, öldürtüyorsunuz. Hükmetme uğruna, Allah kelâmı dediğiniz dininizi de eğip büküyorsunuz. Bu dünyada böylesine rezil, zelil bir hale düşmek bela değilse, bela acaba nedir?
Daha kolay anlaşılsın diye şöyle izah edeyim: “7.4 yetmedi mi?” gibi bir şey söylüyorum yani.