Eline silah verilmiş üniformalı genç adamların gaddarca davranışları hepimizi irkiltiyor. Polis bize nasıl bu kadar düşman kesilebiliyor? Akıl erdirmek kolay olmadığından, eliyor, dokuyor, kazıyor, kurcalıyor, galiba sonunda basit hakikatin üstünü örtüyoruz. Çünkü devletin bir elemanı, ahbabıyla dertleşirken, siyaseti, sosyolojiyi, psikolojiyi ufacık bir kaba döküyor, tek yudumda yutulabilecek bir hap imal ediveriyor. Yutması pek kolay, sindirmesi çok zor.
Şu: Amir, müdür, bakan, her kimse, polise, "Gidin, onların geçmişini s..in," diyor, "kulaklarından tutun, atın oradan!" Polis de geliyor, geçmişimizi değil ama bugünümüzü ve bazılarımızın geleceğini beceriyor. Kör ediyor, sakat bırakıyor, öldürüyor. Bakan, gösteri yapan vatandaşlardan "şerefsizler" diye sözediyor özel sohbetinde, "ibneler" diyor. Muammer Güler, Hrant Dink MİT görevlileri tarafından Valilik'e çağırılıp tehdit edildiğinde, öldürüldüğünde, cinayet saatinde olay yerini gösteren kamera kayıtları İstanbul polisince yok edildiğinde vs. İstanbul Valisi'ydi. AKP onu yükselte yükselte nereye koyacağını bilemedi. Kamu Güvenliği Müsteşarı yaptı. Milletvekili yaptı. Bakan yaptı. En yükselmiş hali, işte bu gördüğümüzdür.
Yolsuzluk soruşturması Muammer Güler'e yetmez. Hesabını vermesi gereken çok şey var. Kulaklarımızdan tutup geçmişimizi s..ip atacakmış bizi... Şu ne hazin: "Atarım" diyor. Kendi atacakmış gibi. Gazıyla, copuyla polisi insanların üstüne sürüp sonuç elde edecek, buna "atarım" diyor, "ben" diyor. Bırakın Gezi isyanındaki gibi on binlerce kişiyi, beş-on kişi toplanacağımız bir yere yaklaşamayacağından eminim. Cesur bir insana benziyor mu sizce? Bir de tabiî, kaybedecek çok şeyi var kutularda, kasalarda. Şerefsiz ibneleri, kulaklarından tutup, geçmişlerini s..ip atacakmış...
Ve bunları diyen bakanın dahi "yalvar yakar" dert anlatamadığı, bakandan habersiz "onun adamlarına" talimat veren, "çıkarın onları oradan!" diye haykıran, hiçbir uzlaşıcı yumuşatıcı öneriye yanaşmayan, kimseyi dinlemeyen, olayın büyümesinden belli ki şehevî ve şeytanî zevk alan bir başbakan var. Nasıl kükrediyse, polisi çadırları yakmaya, insanların gözüne gözüne gaz sıkmaya yöneltmiş. (Cemaat'le papaz olduktan sonra AKP propaganda mekanizması utanmadan "paralel yapının polislerinin" hükümeti zor durumda bırakmak için göstericilere gereksiz sertlik yaptığını yaymaya kalkmışlardı henüz kısa süre önce. Sayısız yalanlarından biriymiş meğer.) Aynı başbakan bugün 14 yaşındayken polisin öldürdüğü bir çocuğu terörist ilân etti, evladını kaybetmiş anneyi başka annelere babalara yuhalattı (onlar da yuhaladılar).
Kötülük yayılıyor, sıradanlaşıyor. Vicdansızlık Cumhuriyet tarihi boyunca herhalde hiçbir zaman bu kadar meşru olmamıştı. Kahramanmaraş katliamı ve Demirel? Evet. Korkunçtu, mesafeliydi. Kürtlere karşı kirli savaş (Mehmet Ağar'ın "bin operasyon"u) ve Tansu Çiller? Evet. Ama fazla süflîydi. Sivas katliamı ve yüzüklerin efendisi megalomanlar kralı şair ile Millî Gazete ("Sivas'ın üstünde Sırp tayyareleri mi uçsun?")? Evet. Soğuk, donuk ve acımasızdı. Ama bugün karşı karşıya olduğumuz vicdansızlıkta bunlardan farklı, hiç mi hiç savunmacı olmayan, hiperaktif bir yan var. Yerinde duramayan, kıpır kıpır bir vicdansızlık bu. Bir şey kırmazsa dökmezse, birinin bir yerini yaralamazsa rahat edemiyor. Sanki "artık bu kadarını da beklemem" diyebilecek tek kişi bırakmamaya azimli. Onu ne durdurabilir, kestirmek imkânsız. Gelenek görenek? Şu ya da bu dinî buyruk? Allah korkusu? Hiçbiri durduramıyor işte.
Yıllar boyunca, 1970'lerde birçok Anadolu şehrinde meydana gelen Alevi katliamları üzerine düşündüm. Kös kös. Çünkü insanların nasıl olup da düne kadar selamlaştıkları, yardımlaştıkları komşularını çoluk çocuk demeden öldürebildiğini anlamayı beceremedim. Sivas'ta insanların yakılışını sırtlarına aldıkları küçük çocuklarıyla izleyip, çocuğa, "Bak yavrum, bu cehennem ateşi, kafirleri yakıyor," izahatları yapanları anlayamadım. Kahramanmaraş ya da Sivas çarşısında dolaşırken herkesin yüzüne "acaba o da mı?" tereddütleriyle baktım; fakat etrafımda kötü insan göremedim. Hiç anlayamadım. Şimdi başbakanı izliyorum ve başkalarının acılarına, duygularına, giderek varlıklarına ve varoluşlarına kayıtsız kalabilmenin bu raddesinin mümkün olabileceğini idrak etmeye başlıyorum.
Bu kayıtsızlık elbette acıma-acımama, empati kurma-kurmama problemlerini silip süpürecek, iyiyle kötünün bir bileşimi olan insan ruhunun önünde, sınırsız kötülüğe müsait, engin bir alan açacak, insanı iyinin beraberinde getirdiği sorumluluktan, ötesini berisini düşünmekten, ötekine tahammülden, başkasına dertlenmekten ve aslında insanı insan yapan bütün o yüklerden azade kılacaktır. Başbakan bu haliyle, sadece dindarlığı kalkan yaparak yolsuzluğa batmış bir siyasî kadronun ikbal dönemini uzatmak için sınır ve ölçü tanımaksızın, eline geçirebildiği her silahı kullanan bir ölüm-kalım savaşçısı değil, şehir şehir dolaşıp ruhlara karanlık aşılayan bir büyücü gibidir. Hepimizin geçmişini s..kme peşindeki bir bakanın bile yatıştıramayacağı uğursuz duyguların hükmü altına girebiliyor, anlayabildiğimiz kadarıyla. Hangi siyasî hesap, polisin öldürdüğü bir çocuğun annesini meydan dolusu insana yuhalatmayı meşru kılabilir? Oralarda sahiden dindar birileri var mı?
Hükümeti gözü kapalı desteklemek, iktidar imkânlarından uzaklaşmamak için girdikleri, yalanla dolanla, zulümle, vicdansızlıkla dolu bu mücadeleyi bir an için dışarıdan bakan birinin gözüyle göremezlerse ne olacağına dair dindar siyasetçi ve gazetecileri uyarmak isterim aslında, ama kim beni dinleyecek ki? Olsun yine de söyleyeyim, Google'da bir şey ararlarken falan karşılarına çıkar belki: Muammer Güler'in lafı, bir siyasetçinin densizliği değil, mevcut hükümetin hepimize yaklaşımının özeti, başbakanın bize reva gördüğü tavrın simgesidir. O lafla bizim geçmişimize bir şey olmaz, ama sizin geleceğinize oldu bile.