Şu kısa ömrümüze bir seçim daha sığdı. Anlamı ve işlevi bakımından seçmece bir hadiseydi. İyilik kazanamadı. İki sebepten; ilkini herkes biliyor: ötekilerin malına rağbet daha çoktu. İkinci sebepse galiba daha önemli: iyilik kazanamadı, çünkü seçime girmemişti. Şüphesiz muktedirlere oh çektiren ve bu sebeple ileride hayırla yâd edilmesi zayıf bir ihtimal olan 30 Mart yerel seçimleri evvelinde, esnasında ve sonrasında değerlendirmeler yapılırken işbu husus genellikle ihmal ediliyor. Girmediyse nasıl kazansın?
Hoş, yüzde kırk beşin halihazırdaki düşünüş-davranış tarzına bakılırsa, onların iyilikle kötülükle işi yokmuş gibi duruyor. Doğuştan sahip olunan ve gururla taşınması için özel hiçbir şey yapmak gerekmeyen kimlikler, üzerlerine oynanmak için pek elverişli malzemelerdir. Muktedirler bu işi iyi becerenler arasından çıkar.
Türkiye ahalisinin büyük kısmının, üzerine titrediği dinî kimliğini, vahim yolsuzluk iddialarına, açık açık söylenen, tekrarlanan yalanlara, ahlâksızca manipülasyon ve propaganda faaliyetlerine aldırış etmeksizin, birilerine hem kredi hem akaryakıt hem de silah olarak teslim edebildiğini gördük. Burada hakkında sorular sorulması gereken, milyonlarca insanın zekâsı, idrak kapasitesi değildir. Soru şöyle olmalıydı: hangi korku veya hangi arzu bu insanları hakikate göz kapatmaya, bile bile sınırladıkları, ötesini görmek duymak istemedikleri bir âlemde yaşamaya sevk ediyor?
Niye "olmalı" değil de "olmalıydı"? Çünkü vaktiyle öyle sorulsa, şimdi memleket nüfusunun yarısına yakını, diktatörlük potansiyeli çok yüksek bir keyfî rejimin kitle desteği haline gelmeyebilirdi. Neoliberalizmin dünya çapında ün kazanmış havarisi Turgut Özal vicdansızlığı teorileştirir ve kurumlaştırırken dindarlar onu hep sevmişlerdi. Cenazesine akın akın gittiler. Çünkü "namaz kılan cumhurbaşkanı"ydı o. Turgut Özal'ın cenazesinin manası üzerinde durulduğuna rastgelmedim. Dindarların neyi niye yaptığı veya yapmadığıyla, dindarlar dışında, ilgilenen var mıydı ki? Kemalist kafasıyla akepe de akepe diye tutturulacak yerde, işçisi, emekçisi bol bir büyük kitlenin niye bu partiyi doğar doğmaz bağrına bastığına kafa (ve tabiî beden) yorulmalıydı.
Tayyip Erdoğan bir savaşçı. Güllük gülistanlık zamanlarda herhangi bir ülkeyi yönetebileceğini sanmıyorum. Kendi de sıkılır, insanlar da ondan sıkılır büyük ihtimalle. Savaş zamanlarındaysa gücü ve hüneri iki katına çıkan, âdetâ doğaüstü güçlerle bezeli bir muharip. Gözümüzün içine baka baka yalan söylediğini bildiğimiz anlarda dahi dünyanın en mağdur ve en haklı, aynı zamanda en cesur militanı suretine bürünüveriyor. Koca parti, şarkısını markısını, bütün seçim propagandasını bir tek adam üzerine kurdu. Bir tek adam ve hangi mermiyle doldurup nereye ateş edeceğini sadece onun bildiği, sözden sesten yapılma çeşit çeşit ateşli silah. Zihninde biriktirdiği öfke ve kahretme arzusu öyle güçlü ki, o sesini kaybettiğinde bile öfkesi haşinliğinden, yırtıcılığından kaybetmedi. (Aksini iddia etse de "gazabı" daha güçlü.) Güneş ışınına büyüteç tutup kağıdı yakar gibi yoğunlaştırabiliyor öfkesini düşmanlarının üzerinde. Düşmanı on beş yaşında ölü bir çocuk da olabilir; o öfke bir defa yuvasından fırladığında kahretmeden durulmuyor. Göz çıkaran, baş yaran, insan öldüren gaz fişeklerinden başka bir simge, o öfkenin hakkını veremezdi. Seçime dönersek: Bu savaşçının karşısına hangi meydanda kim çıkmıştı da biz onun yenilmesini bekleyebildik?
Beklediğimiz bu değildi aslında. Kimsenin onu yenmesi değildi. Onu bağrına basanların, onunla gururlananların, kaderlerini ona bağlayanların şimdi onu cezalandırmalarıydı. Yolsuzluktan, yalancılıktan, pek bu şekilde telaffuz edilmese de, dindara yakışmayan ahlâksızlıktan... Yapmadılar. Polisin söndürdüğü hayatları, çıkardığı gözleri onun günah hanesine yazılmış saymadılar. Milyon dolarlar, kasalar, villalar şunlar bunlar, başkalarının âleminde lafı edilen düşmanca tertiplerin simgeleri gibi kaldı. Televizyon kanallarıyla, gazeteleriyle, milyonlarca insanın algı-bilgi dünyasını doldurma kapasitesine, gücüne sahip dev bir mekanizma, bilinçli dalaveracıların, vazifeli yalancıların katkılarıyla, duvarları ahlâk düşüklüğüyle örülmüş bir hayal dünyası yarattı. İnsanların, "ötekilerin" dünyasından gelen seslere kulak verip, bu üretilmiş gerçekliğin dışına kendiliklerinden adım atmalarını neye dayanarak bekledik?
Savaşçı sınır tanımıyor. Bu şartlarda, oğlunu ve kızını alıp o balkona çıkmaya, seçimli parlamentolu bir rejimde hüküm süren kaç politikacı cesaret edebilirdi? Bu jestinin kendisine kısa vadede faydalar sağlayacağı öngörülebilir; işin bir yanı. Öteki yan, güncel çerçevede pek anlamlı değil, ama uzun vadede önemli. Bana kalırsa, günün birinde siyasî İslâmcılığın tükenişi üzerine düşünecek-yazacak olanlar, bu tükenişin simgesi olarak balkondaki elele aile pozunu gösterecekler. Ses kayıtları kahramanı oğlu ile kızının ellerinden tutup destekçilerini selamlayan lider imgesi, bu lider ile "kitlesinin" ilişkisinin, her türlü yolsuzluk iddiasına karşı bağışık olduğunu gösterir. "Şerbetli" demek daha doğru belki. Burada İslâmcılık'ın Müslümanlık'tan kesin hatlarla ayrılmasını izliyoruz. Böyle değilse çok daha fena: siyasîlerin yolsuzluklarını "barındırmaya" zorlanacak bir dinin, Allah'ını yitirmesidir tehlike.
30 Mart seçimleri üzerine sanırım fazla konuşulamayacak. Çünkü yolsuzluk salvolarıyla delik deşik olmuş gövdeyi onarmak için iktidar partisi muhtemelen fazla zaman geçirmeden "vatan hainlerine" karşı operasyon(lar)a girişecek. Bunlar çeşitli kötü işler yapmış bir örgütün ("paralel devlet") tasfiyesi mahiyetinde mi olacak yoksa sahiden bir "hıyaneti vataniye" perspektifiyle, ona göre kırıp dökerek mi yürütülecek, göreceğiz. İktidar partisi seçmenlerinin başkalarına yapılacak herhangi bir zulüm çeşidinden -en azından şimdilik- rahatsız olmayacağını öngörebiliyoruz. Göz açıp kapayıncaya kadar da cumhurbaşkanlığı seçimi gerilimleri başlayacak: başbakan Çankaya'yı mı isteyecek, şöyle daha bir kodu mu oturtan başbakan olarak iktidarının tadını çıkarmayı mı tercih edecek? Gündem yüklü yani. Eğer ben bu yazıyı yazarken henüz sonuçlanmamış olan Ankara seçiminde muhalefet kazanmazsa, geçmiş seçimin, başbakana istediği güvenoyu ve hareket serbestisini sağlamış olmak dışında önemi kalmayacak ve herkes önündeki maçlara bakacak.
Velhâsıl, utanılasıdır. Ama eğer demokrasi, özgürlük, adalet istiyorsanız, onurlu yaşamak istiyorsanız, başkaları adına utanmaktan fazlasını yapabilmelisiniz. Niye utanmadıklarını araştırmakla başlayabilirsiniz meselâ.