Bugün TV, İstanbul Emniyeti'nin eski istihbarat şube müdürü Ali Fuat Yılmazer'i iki defa ekrana çıkardı. Yaygaradan kaçınan, sakin sunucu Tarık Toros, Yılmazer'in heyecan ve hiddetini yatıştırmaya çalıştı. Zira Yılmazer, herhangi bir şekilde yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalan tipik bir Türk devleti elemanı olarak, sıradan halkın önüne, yani bizim karşımıza çıkmak mecburiyetinden ötürü belli ki sıkıntıya girmişti. Kimi zaman inandırıcı olabildi, kimi zaman kalkan kaşlarımızı indirmeyi başaramadı. Her hâlükârda, TC devletinin içinde bulunduğu durumun nasıl kabul edilemez, nasıl sürdürülemez olduğunu, nasıl bir rezalete maruz yaşadığımızı biraz daha anladık.
Önce hayatî eksik, konuşulmayan kısım: Hrant Dink cinayeti. Ali Fuat Yılmazer, kimilerine göre, Hrant Dink cinayeti ve ertesindeki en şaibeli isimlerden biri. Kimilerine göre de bu işteki rolü, işlevi en azından anlaşılamamış bir yetkili. Tarık Toros kendisine bu konuda sorulması gereken hiçbir şeyi sormadığı için, hiçbir şey öğrenemedik ve Yılmazer gözümüzde şaibeli kaldı. Basit: o dönemde İstanbul Emniyeti'nde görev yapmış herkes ya doğrudan suçludur ya suça göz yummuş, bildiği halde suçluları ihbar etmemiştir ya da en azından inandırıcı şekilde kendini aklayana kadar zan altındadır. (Yılmazer'in ilk çıktığı program sırasında Tarık Toros'a altı-yedi tweet attım -o sırada twitter açıktı-, en azından polisin alıp yok ettiği kamera kayıtlarını sorsun diye, Hrant'ın arkadaşlarıyla karşılıklı tartışmaya var mı, sorsun diye... Ama Toros bunları görmedi ya da esas mevzu Yılmazer'in başbakana cevap vermesiyken, Hrant meselesini karıştırıp eski polis müdürüne puan kaybettirmek istemedi, bilemiyorum. Belki de sadece soru yoğunluğundandır; umarım öyledir.)
Yılmazer'in başbakana karşı-hamlesi mahiyetindeki kısım ise, sanırım benim gibi bütün izleyenleri bugünlerde pek alışık olduğumuz duyguya, ülkeden, devletten, hele yöneticilerden utanmaya sürükledi. Emekli istihbaratçı, birkaç mevzuda başbakanın yalan söylediğini iddia etti. Ergenekon operasyonlarını istişare halinde sürdürmüşler; böyleyse, başbakanın "Cemaat bizi kafaya getirdi" iddiaları doğru olamaz. Başbakan, o süreçte Yılmazer'le "iki-üç defa" görüştüğünü söylüyor, Yılmazer'e göre bu görüşmelerin sayısı "en az otuz-kırk". Başbakanlıkta bulunan böcek konusu, eğer Yılmazer doğru söylüyorsa, baştan aşağı tiyatro ya da daha fenası, böceği "buldum diyenin koymuş olması" ihtimali var. Yılmazer'in doğru söylemiyor olabileceğini de hesaba katarsanız, üç ihtimal birbirinden feci.
Bundan da fecisi var. Yılmazer, meşhur 7 Şubat operasyonunu izah ederken, bunun öncesinde bir-iki de değil birçok eylemde, kimi zaman üstlerinde patlayıcılarla, ellerinde molotoflarla yakaladıkları sözde KCK militanlarının MİT mensubu çıktığını ileri sürüyor. MİT'in PKK'dan ele geçirdiği bombayla elemanlarına eylem yaptırdığını söylüyor! Elbette, mesele bunlarsa, niye ille de PKK ile görüşmelere katılan MİT görevlilerini gözaltına almaya kalktıklarını açıklayamıyor - bu soruyu Tarık Toros da sormadı. Görüşmelere katılan MİT'çilerin görevinin PKK'lı suretinde eylem yapacak teşkilat elemanlarını yönetmek olmayacağı ortada. Sadece, teşkilatın başındaki adam olduğu için Hakan Fidan'ın ifadesine başvurulması böyle bir gerekçe ile açıklanabilir belki. Ama hepimiz biliyoruz ki, polisin orada yapmak istediği masumane bir iş değildi. Kürt sivil siyasetçileri, belediye başkanlarını plastik kelepçelerle bağlayıp sıraya dizdiklerini görmüş olmasak, Yılmazer belki bizi ikna edebilirdi; şimdi edemiyor.
Her neyse, benim derdim işin bu tarafı değil. Emekli edilmiş polis müdürü, MİT'i, elemanlarına orayı burayı bombalatmakla, polise molotof attırmakla, sonra da bunları PKK'nin üstüne yıkmakla suçluyor. Karşımızdaki iki ihtimal şunlar: (1) Yılmazer yalan söylüyor ve devletin istihbarat teşkilatına çamur atıyor. (2) Yılmazer doğru söylüyor, MİT böyle suçlar işlemiş. Hangisini tercih ederdiniz? Seçmenize yardımcı olmak için, böcek meselesi ve başka konularda da Yılmazer'in hem MİT'i (böceği kendi koyup sonra "buldum" demekle) hem de başbakanı (Başbuğ'un tutuklanması dahil pek çok "noktada") suçladığını hatırlatayım.
PKK'lı suretinde bombalar, molotoflar atan MİT elemanları bahsi, niyeyse, muhalefetten kimsenin de ilgisini çekmiyor. Çok ama çok tuhaf değil mi? (Niye acaba? Cemaat'ten diye bilinen bir polis müdürü söylediği için mi? Hepimizin üstüne atladığı ses kayıtlarını başkaları mı yayımlıyor?..)
1996'da bir kamyon, 200'le seyreden bir Mercedes'e çarptığında devletin barsakları yola dökülmüştü. Dönemin hükümeti, zaten o barsakların arasında dolaşıp oradan çimlenenlerle İslâmcılardan oluşuyordu. Dökülenleri toplayıp devletin esas sahiplerine yaranmaya çalıştılar. Yaranamadılar ama barsaklar da yerine tıkılmış oldu. Ergenekon davası başladığında barsaklar bir defa daha döküldü. Bu defa bir yandan döktüler öbür yandan topladılar, barsak ameliyatı göstermelik kaldı, neşter yerine pala kullandıkları için o arada mideyi deldiler, kalbe zarar verdiler. Şu anda karşımızda, barsaklarının yarısı dışarıda, midesi delik, kalbi tekleyen bir devlet var. Sadece kolları sağlam; gaz tüfeğini ateşleyebiliyor, cop kullanabiliyor. Ve bol bol inşallah-maşallah diyor.
E, sırf bununla da nereye kadar? (Tankla bile işte nereye kadar gelinebildi, AKP'lilerin pek iyi bilmesi lazım.)