Tamam, eyvallah, genel olarak boktan bir hayatımız vardı. Bir sürü meselemiz vardı. Geldiniz, vapuru nasıl yapalım, diye bize sordunuz. Memnun olduk. Oy verdik, seçtik, vapurumuz çoğumuzun istediği gibi oldu. Ne mutlu! Şurada sağdan giren, işte o sizin bize sorup yaptığınız vapur. Soldan giren de eskisi. Elbette eskisi daha güzel. Ama yenisi de, feragat edilmiş inceliklere karşılık, daha ferah, pencereleri büyük. En azından, onun yerine başımıza ne korkunç şeylerin gelebileceğini bildiğimizden, razı olduk, bağrımıza bastık onu da.
Fakat kardeşim, siz çirkinlik yaratmadan duramıyorsunuz ki! Tepeden aşağı nobranlaşmanıza, buyurganlaşmanıza, küstahlaşmanıza paralel olarak, zevksizliğinizi, paçozluğunuzu dayatmadığınız hiçbir yer, hiçbir konu kalmadı. Şu İstanbul'u, ağzınıza sakız ettiğiniz Osmanlı'nın hiçbir inceliğini hak edemeyişinizin kompleksiyle, bir işgal ordusu gibi hoyratça çirkinleştiriyorsunuz her şeyi. Vapur adı altında karşımıza çıkardığınız bu ucube, kimbilir kimler ne paralar kazansın diye icat ve İstanbul'a musallat edildi.
Alın, Topkapı Sarayı önünde beş-on dakika arayla insanların gördüğü iki ayrı manzara. Birinde, Osmanlı'nın sarayı, İstanbul'un vapurları var. Üstelik biri, belediye başkanının partisi henüz demokrasi tramvayındayken halka sunulan seçenekler arasından İstanbullu'nun beğendiği. Ötekindeyse, daha fazla para, daha fazla tahakküm hırsıyla, zevkten, incelikten, ahenk kavramından nasibini almamış talancıların bize münasip gördüğü hayatın simgesi gibi bir saçmasapan kutu. Denizin üstünde saçma bir kutu. Topkapı Sarayı'nın önünde bakın nasıl duruyor. Bunu anlayabilirseniz, nasıl zelil hallere düşmekte olduğunuzu da anlayabilirsiniz belki.
(Fotoğraflara tıklarsanız daha büyük hallerini görebilirsiniz. Gideceğiniz sayfada "Z" tuşuna basarsanız, siyah zeminde, daha afilli izleyebilirsiniz.)