Radikal, 09.06.2015
Fakat Türkiye sahiden bir noktaya gelmiş! Bizi yönetenler yedikleri şamarın acısını çıkarmak için üstümüze çullanmazlarsa, kısa süre de olsa sevinebiliriz.
Bu sevincin nelere mal olduğunu, otuz kurşunla öldürülen, dokuz çocuklu HDP aracı sürücüsünü, Diyarbakır'da şenlik havası içerisindeyken nasıl olduğunu bile anlayamadan bu dünyadan göçüverenleri, hastane odasında ayıldıklarında ayaklarının, bacaklarının yerinde olmadığını fark edenleri sevincimize katmak nasıl mümkün olacak?
Belki onlar için de, inadına sevinmeliyiz.
“Türkiyelileşmiş Kürt partisi”nin etrafında birleşip, yakın siyasî tarihin, geleceğe muhtemel etkileri bakımından belki de en anlamlı adımını attık. Yaptığı ettiğinin içeriği bir yana, sırf haliyle tavrıyla her gün isyan çıkarma potansiyeline sahip “tek adam”ın planları bozulduğu, suratı asılacağı, onunla birlikte, “dünyayı biz yarattık” havalarına girmiş kendini bilmez küstahlar da bozum olacağı için bile sevinebiliriz.
Seçilsin diye uğraştığımız insanlar, sırf Meclis'e girmeleriyle bile çok şeyi değiştirmiş olacaklar. Ne demek ya Roman milletvekili? Ermeni milletvekili? Ezidi milletvekili? Sırf Meclis'teki varlıklarıyla bile “Türkiye Cumhuriyeti'nde değişim-dönüşüm” başlıkları attırabilecek birçok isim var. Ya da isterseniz: “Terör Meclis'te!” ya da: “Cumhuriyet'in temeline dinamit!” ya da: “Zerdüşt Meclis'i!”
Zamanında oradan yaka paça atılmış, ömrünün on senesini demir parmaklık ardında geçirmiş Leyla Zana yemin etmeye kürsüye yürürken yüreğimin nasıl çarpacağını şimdiden hissediyorum. Kürtçe bir cümle etmişti, gencecik, güzel yüzlü bir kadın! Meclis ayağa kalktı. Ordu ayağa kalktı. Medya ayağa kalktı. Polis icabına baktı, yargı gereğini yaptı. Elbirliğiyle linç ettiler.
Hep mâkûl, alçakgönüllü, barışçı bir siyasetçi olmuş Orhan Doğan'ın itile kakıla polis arabasına sokuluşu, bu lincin simgeleşmiş görüntüsüdür. “Kürtler silahı bıraksın, gelip siyaset yapsın”ın yıllar boyu rafa kaldırılması, savaşın sürmesi, binlerce genç insanın daha ölmesi, öldürülmesi, gözaltında kayıplar, kararan hayatlar, dağılan yuvalar... o görüntüyle sağlanmıştı.
Kürt siyasetçileri Meclis'ten atılır, devlet Kürt gençlerine “dağa çıkın!” çağrısı yaparken, “Türkiye” kıçını kıpırdatmadı. Gezi henüz yaşanmamıştı. “Diren Lice, Taksim seninle” diye bağırılabileceği kimsenin aklından geçmiyordu. Bunu isteyen veya gerekli bulan pek kimse de yoktu zaten. “Bölücü teröristler”le savaşan ordu ve özel olarak sarkık bıyıklı Ülkücü polislerden seçilerek oluşturulan Özel Tim o gençleri icap ettiği şekilde öldürüyor, cesetlerini soyup yanyana diziyor, panzere bağlayıp sürüklüyor, kulaklarını kesip kemerlere asıyordu. Kontrgerilla ile MHP “şehit cenazesi” düzenleme yarışındaydı. Şehit temin etmek kolaydı, dağa yollayınca bazıları bir şekilde öldürülüyorlardı, oğulları öldürülen yoksullar “vatan sağolsun” diyorlardı. Milletçe savaştaydık, vatanımız tehdit altındaydı, amiral gemisi başta, medya seferberdi, maçlar İstiklâl Marşı ile başlıyordu, tribünleri “Kahrolsun PKK!” diye bağırtan vazifeliler her yerdeydi. Kürt yoktu. Olağanüstü Hal Bölge Valisi köy köy dolaşıyor, “Apo ve PKK'lilerin Ermeni olduğunu” anlatıyor, uçaklar, helikopterler, “teröristlerin sünnetsiz olduğunu” işleyen bildiriler atıyorlardı. Ordu henüz pek kıymetli, vazgeçilmez bir siyasî partiydi.
Genç okurlarım, gündelik sığ siyasî hesaplarla gözleri kapanmış şuursuzların laflarına itibar etmeyin, o günler hakkında lütfen bilgi edinin. Bu sadece “tarihî bilgi” değil. Bugünkü iktidarın küstah temsilcilerinin Kürtleri yeniden savaşla tehdit ettiğinde neler kastettiğini, emin olun kolay kolay gözlerinizin önüne getiremezsiniz. Düzenin bütün partilerinin, medyanın, devletin bütün gizli-kirli örgütlerinin katılımıyla yürütülen o savaş feci bir şeydi.
Orhan Doğan bugün hayatta olmalıydı, o mazlum yüzünde belirecek gülümsemeyi hep beraber görmeli, o “Türkiye”den böyle bir intikam alabilmeliydik.
Belki de bir kısmı eşimiz dostumuz ahbabımız arkadaşımız olan yeni milletvekilleri hepimiz adına o günlerin acısını bugünün vicdansız küstahlarından çıkaracaktır. Heyecanla bekleyeceğiz.
O günleri temsilen karşılarında, askerî vesayet devletinin her türlü pisliğini devralma telaşındaki AKP'lileri mi, güya zaten varolmayan bir Kürt sorununu Kandil'i bombalayarak, “kökünü kurutarak” vs. çözmeyi öneren MHP'lileri mi, Deniz Baykal'ı mı bulacaklar, yoksa Kılıçdaroğlu CHP'si ile her şey farklı mı olacak, göreceğiz.
Öyle görünüyor ki, seçimden önce Kürtleri gözden çıkaran AKP, en azından bir süre savaş tehdidiyle iş götürmeye çalışacak. Ortada sahiden düşünülmüş taşınılmış bir politika mı var yoksa bitmekte olan denizde şuursuzca debelenilerek sağa sola su mu sıçratılıyor, kestirmek zor.
Şimdiye kadar güler yüzü, yumuşak üslûbu ve göz kamaştıran nezaketiyle herkesin beğeni ve takdirini kazanan, seçkin ve kaliteli insan, derinlikli siyasetçi Yalçın Akdoğan, HDP'lileri kastederek Çözüm Süreci için, “Artık anca filmini çekerler,” demiş. Çekimin çoktan başladığını, her hareketlerinin kayda geçtiğini anlayamamış. Oysa İslâmcı bir partinin öndegelenlerinden. En azından günahları yazarken dördüncü deftere geçmiş kâtip meleklerden haberdar olmalıydı.
Sanatla edebiyatla haşır neşir, akıllı, vicdanlı insandan seçim sabahı o uyduruk fotoğrafları yayan kara propagandacı, “Müslüman anarşist”ten ağlak yalaka yaratan karanlıkta Yalçın Bey'e laf etmek anlamsız kaçıyor, farkındayım. Bu yüzden kendisini şu anda öfkenin avize kristallerini soldurduğu, hırsın kadife perdeleri yırttığı, derin bir kasvetin kırmızı halıların üzerinden süzülüp bin odaya dağıldığı Saray'da reisiyle başbaşa bırakıp arkadaşlarıma döneceğim.
Selahattin Demirtaş, 7 Haziran seçimi konusunda özel bir bahis. Onca haksızlık, rezillik, dahası saldırı, yakma-yıkma, yaralama, öldürme, katliam karşısında, onca kötü niyete, imâya, hakarete varan niyet okumalara, şuursuz gazetecilerin aynı soruları bin defa ardarda sormasına rağmen, kendine, söylediklerine, savunduklarına, haklılığına güvenen insanın gücünü, alt edilemezliğini bize gösterdi. Gelmiş geçmiş en başarılı siyasetçilerden biridir. Sükûneti, nezaketi, çok güzel, çok etkileyici konuşması, esprileri falan cabası; bize heyecan ve umut verebildi. Hem tebrik ediyorum hem teşekkür ediyorum.
Bu seçimlerle Meclis'e giren birçok şahane insan var. Ötekilerden özür dileyerek, sadece ikisinden kısaca bahsedeceğim.
Garo (Paylan) arkadaşım. Bizi feci bir cinayet ve neredeyse daha da feci olan cinayet sonrası biraraya getirdi. Hrant için adalet peşine düştük birlikte. Her şeyden önce çok iyi bir insandır, iyi bir insan milletvekili oldu diye sevinmeliyiz. Konuşulan herhangi bir şeyin, yapılabileceği sürenin beşte birinde ve derhal yapılması için herkesin yakasına yapışması, benim gibi sorumluluk manyağı bir adamı dahi çaktırmadan arayıp kontrol etmesi, gerçi aramızda mavra konusu olmuş özellikleridir, ama bu tavırların memlekete, Meclis'e çok lazım olduğu aşikâr değil mi?
Ferhat'ı (Encü) Roboski filmini yaparken, köyde tanıdım. O filmin yapılabilmesini sağlayan insanlardandır. Ekip, üç kişi, onların evinde kaldık. Bombayla parçalanarak ölen oğlanlardan Serhat'ın odasında. Roboskililerin o felakete ve uğradıkları “hakarete” -öyle tanımlıyorlardı- rağmen gösterdikleri ağırbaşlı, kararlı tavır bizi mahvetmişti. Öyle büyük bir acıyı, şüphesiz feryatları dağları aştıktan sonra, bu kadar olgunlukla yaşayabilmeleri, açıkça söyleyeyim, katliamdan iki gün sonra yılbaşı kutlayan büyükşehir ahalisiyle yollarımızı en azından ben ölene kadar ayırmıştır. Ferhat, bir zamanların pek gözde solcu deyişiyle “son tahlilde” nerede, kimin yanında yeralmak gerektiğine dair pekişen inancımın bir tür simgesi olarak şimdi TBMM'de!
“Büyük insanlık”, HDP'nin seçim sloganıydı. “İnsanlık” kavramına inancım kapı altından sızan cılız ışık ayarında. “İnsanlık” diye bir şey hiç yaşadı mı, bilmiyorum. Meclis'e seçilen dostlara bakınca, fakat, niyeyse aklımdan “insanlık ölmemiş” lafı geçiyor.