24 Şubat 2016 Çarşamba

Bir defa daha, akıldışılık üzerine

Radikal, 18.02.2016

Anlaşıldığı kadarıyla, mezhepçi hegemonya hayalleri ve Kürt düşmanlığının yön verdiği dış politikadan görünür vadede vazgeçilmeyecek. Burası aklın mantığın geçerli olduğu bir ülke olsaydı ve burada vicdandan nasibini almış bir toplum yaşasaydı, hattâ burada toplum denebilecek bir insan topluluğu yaşasaydı, şu anda bu değişimi talep ederek sokaklara dökülmüş olurduk. Hattâ belki buna hiç gerek kalmazdı, çünkü oy verip seçtiğimiz, çalışmalarına katıldığımız veya desteklediğimiz siyasî partiler bizim adımıza Meclis’te bunun mücadelesini yapıyor olurdu.

Bunlar çeşitli sebeplerle olamıyor.

İkinci ihtimal zaten yok. Çünkü sahiden siyasî muhalefet yapabilecek tek parti var, o söyleyemesin, eyleyemesin diye herkes dört taraftan elbirliğiyle uğraşıyor. Çünkü başka muhalefet partisi yok; doğasını yok edecekleri şehirde halkla beraber direnecek milletvekili, “Burası Cizre, Sur değil, Cumhuriyet şehri,” diyebiliyor. Ve çünkü esasında şu anda parlamento denebilecek bir Meclis yok. Varolanın parlamento işlevi görmesi istenmiyor. Orada kazara açacak her çiçeğin üzerine basmaya hazır bir çoğunluk var.

Peki ne oluyor? Birkaç şekilde tarif edebiliriz.

İlkin, bugünkü rejimiyle Türkiye dünyadaki yeni yerini sağlamlaştırıyor. Bu yeni yer, kendi menfaati dışında hiçbir şeyle ilgilenmeyen kifayetsiz muhteris Üçüncü Dünya diktatörlerinin pençesindeki ülkelerin yanıdır. Türkiye o itibarsız grubun arasına hepten atılmıyorsa, öncelikle ABD’nin onu kaldırıp bir kenara atamayacak oluşundan, çünkü bu süper gücün bölgesel ve biraz da bölge-aşırı işlerinde kullanabileceği bir araç oluşundan. Sonra, bizzat bu ülkenin içinde, o cendereye tam da sığmayacak birşeylerin hâlâ az buçuk varolmasından. Ayrıca şu anda Ege Denizi’nde mülteci boğdurtma oyununda Ankara’nın eli çok güçlü. Almanya meselâ, o kadar iyi boğdurtamıyor. Ankara isterse boğdurur isterse otobüse koyar gönderir. Türkiye sırf elindeki sahte canyeleklerini dövizcide bütünletip üç hane ilerlese Almanya’nın kalesini, Fransa’nın filini alabilir. İşte, eli güçlü yani.

İki-üç yıl sonra, üç milyonu aşkın mülteci ahalinin doğru dürüst eğitim görememiş umutsuz çocukları, dışlandıkları, horlandıkları bir toplumun içerisinde haklılıkları bağırlarında saklı saatli bombalara döndüklerinde göreceğiz o eli. Enseye mi yapışacak, sakalı mı sıvazlayacak, neresini ne yapacak… Belki de Ahmet Davutoğlu onları karşısına oturtur, aslında Osmanlı’nın dedelerine ne iyilikler yaptığını anlatır, onlar da dinlerler, baş sallarlar ve ezan okunur okunmaz tekbir çekerek camiye koşarlar.

Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’i ile ilgili kitabımda ayrıntılı olarak anlattım, burada tekrarlamamda sakınca yok: Kendisi buna resmen inanıyor veya gözü bağlı hayranlarını inandırmayı başarmış. Hıristiyan Arapların bu milletin zihnine soktuğu milliyetçilik ve sekülerlik zehrini temizleyerek, “biz”, yani şu anki Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın kendilerini sömürgeci Batı’dan nasıl koruduğunu onlara anlatabilirmişiz. Osmanlı sizi sömürmüyordu, hâşâ!, sizi Batı’ya karşı koruyordu, dermişiz. Ve böylece bütün Sünni Araplar etrafımızda bir sevinç yumağı oluşturur, hep beraber bir mütedeyyin Teletubbies âleminde gülücükler saçarak oynaşırmışız. Tabiî kumanda bizim elimizde olmak kaydıyla.

Başka bir tarife geçelim: Türkiye, yıllar boyunca ezildiği, anadilini konuşamadığı, vatandaştan sayılmayıp kimliksiz bırakıldığı bir ülkede, olabildiğince başka etnik-dinî toplulukları da katarak özgün bir yönetim oluşturmaya çalışan Kürtlerin felaketi için yırtınıyor. Sınırında “İslâm Devleti” olsun, El-Nusra (El-Kaide) olsun, kim olursa olsun, yeter ki Kürtler olmasın diye elinden geleni ardına koymuyor. Ve bunun herkesçe böyle görülüp böyle anlaşılmadığını sanıyor. Veya, anlaşılırsa anlaşılsın, ben böyle uygun görüyorum, diyor ve böyle demekle kendine bizzat yapıştırdığı etiketin farkında değil.

Ankara’ya kötü haber şu ki, Kürtlerin orada bir şekilde bir statüsü olacak; bundan dönüş yok. Diyelim ki, kayda değer ölçüde özerklik, federasyon, şu bu olmadı; Suriye Kürtleri orada yaşamaya devam etmeyecek mi? Ne yapacak TC devletini yönetenler? Sınır boyunu kimyasal silahla tarayıp tek canlı mı bırakmayacak? Orada yaşamaya devam edecek bir topluluğu kendine ebedî düşman haline getirip onu da kendini de sonsuza kadar tedirginliğe mahkum yaşatmak nasıl bir aklın ürünü? Üstelik tam aksi mümkünken ve senin çıkarınayken!

Bakın yine insanlıktan şundan bundan sözetmiyorum. Kürtlerle ilgili olarak bugün Türkiye’yi yönetenlere ve Türk toplumunun büyük kısmına vicdandan, merhametten bahsetmek şu an için boş iş.

Ben bu yazıyı yazmaya çabalarken Sur’da yeni bir Cizre faciası ihtimali belirmişti; yüzden fazla insanın, çoluk çocuk -hattâ bebeklerin de bulunduğu söyleniyordu- bir bodrumda katledilmesi tehlikesinden sözediliyordu. İdil’de operasyon yeni başlıyordu, kaç insanın öleceğini, kaçının cenazesinin günler sonra sokak aralarında bulunacağını, kaç evin yıkılacağını ve hayatın söndürüleceğini, kaç kişinin göçmek zorunda kalacağını bilmiyorduk.

Ve üstüne, Rakka kuzeyinde, Tel Ebyad’ın doğusunda, Suluk’ta İD militanları birden YPG mevzilerine saldırıverdiler. Oraya Türkiye’den “sızdıkları” tahmin ediliyordu. Azez-Tel Rıfat taraflarında Türkiye top atışlarına devam ediyordu.

Gözü dönmüş düşmanlık. Başka ne denebilir buna?

Hayatımız ırkçılığı anlamaya çalışarak geçti. İnsanların bu hastalığa nasıl bu kadar kolay kapılabildikleri ve gözlerinin nasıl dönüverdiği, komşularını öldürebilecek hale bir anda nasıl gelebildikleri anlaşılmadan insanlık insanca diyebileceğimiz bir hayata kavuşamayacak; bu yüzden anlamalıyız ki, tedavi edebilelim, diye uğraştık. Şahsen, içinde doğup büyüdüğüm topluma baktıkça, böyle bir tedavinin belki de herkese uygulanamayabileceğini düşünmeye başladım. Varoluşuna anca başkasını ezerek anlam katmak nasıl bir zavallılıktır?

Bir siyasî lider, tek başına yönetmekti, başkanlıktı, hırstı ihtirastı, bir sebeple zulüm yapabilir. Bu kadar çok insanın, üstelik ondan zerrece hazzetmeyenler, okuryazarlar, gün görmüşler, dünya bilenler dahil bunca insanın, Kürt kelimesi duyar duymaz Fırtına Obüsü suretine bürünmesi nasıl izah edilecek?

Öyle görünüyor ki, ülkece bu tedavi aşamasının hayli uzağındayız. İşte, dedim, belki de mümkün değil zaten. Belki yoğun bakım ve iki-üç kuşak dünyadan tecrit gerekiyordur, belki aksine, bugüne kadar cehalet perdesiyle sağlanan tecrit bu illetin baş müsebbibi olduğundan nüfusu bir müddet dünya ülkelerine dağıtmak..?

Kitlesel hastalık bir yana, devlet yönetenlerin akıldışılığa bu kadar kolay kayabilmeleri, etraflarında onlara yaptıklarının akıldışılığını gösterecek kimsenin olamayışı, her şeye rağmen beklenir iş değil. Olan bitenin büyükçe bir kısmı, sadece iktidar hırsı, başkanlık hesapları vs. ile izah edilebilir gibi de değil. En tepedekilerin gerçeklikle ilişkisinde ciddî sorun var.

Birşeyler yapıp bu gidişi değiştiremezsek gelecek kuşaklar hepimize çok fena lanet okuyacaklar. Çünkü bugünlerin bedelini çok fena ödeyecekler.