...Olayın medyaya yansıdığı ilk günden itibaren Z.D.'nin beyanını esas almak şöyle dursun, içlerinde kadın hakları savunucusu olduğunu iddia eden kişiler de dahil 'göster bakalım kamera kaydını' pornografik talimatını vermekten öte hiçbir şey yapmadı.Bu düşük cümleden Kaplan'ın kimi suçladığını anlayamıyoruz. Zaten o da bunu amaçlıyor belli ki: YeniŞafak okuru, dindar olmayan hiç kimsenin ve özellikle "Gezi'cilerin" menfur bir saldırıya hiç tepki göstermediğini düşünsün.
Oysa bizzat Gezi Parkı direnişçilerinden kadınlar Kabataş'tan Taksim'e yürüyüş yapmış, Taksim Dayanışması, "basına yansımayanlar dahil" başörtülü insanlara yapılan saldırıları kınayan bildiri yayımlamıştı. Zaten parkta başörtülü kadınlar da vardı. Benim gibi pek çok insan da, gücü yettiğince, çevresine olayı konu etmiş, bu tür saldırılara karşı tepki oluşması için uğraşmıştı. Ancak İslâmcı yazarların "onlar" kategorisinde bizim gibilerin adı anılmaz. Sebebi de basit: biz çok azız; lafını etmeye değecek bir yekûn tutmuyoruz. Seçim sonuçlarını değiştiremeyiz meselâ. Üstelik, kalıplaşmış suçlama motiflerini kullanmalarına engel olup işleri karıştırıyoruz.
Evet, Kabataş saldırısını kınadık, ettik. Ancak başbakan ve propagandacılarının bunu malzemeleştirme tarzını görünce, hele oradaki mağdurenin ifadesini öğrenince doğal olarak işin içinde iş var diye düşünmeye başladık. Çünkü ezcümle İslâmcı yazarlar gibi Hilal Kaplan da yokmuş gibi davranıyor ama ortada el-kol bağlayıcı bir olgu var: Zehra Hanım'ın ifadesi. Zehra Develioğlu'nun "beyanı" esas alınabilecek gibi değildi. Hilal Kaplan bu ifadedeki ayrıntılara ve bunların varlığında ortaya çıkan ihtimallere hiç değinmiyor. Muhtemelen "taciz küçükse kınamayacak mıyız?" filan diyecektir. Meselenin bununla ilgili olmadığını nasıl anlatabileceğim, bilmiyorum. Deneyeyim:
Yoldan geçen birilerinin başörtülü bir kadına küfür-hakaret etmesi, hele itip kakması, yeterince vahim bir dallamalıktır. Ama, saldıranların, her türlü sapıkça fanteziye hayat verecek tarzda, tuhaf kılıklara girmiş, hele "üstü çıplak", bandanalı vs. olması, -şu özellikle önemli:- aralarındaki kadınların erkekleri başörtülü kadına saldırmaya teşvik etmesi, erkeklerin kadını yere yıkıp üstüne işemeleri, cinsel organlarını sürterek tacizde bulunmaları, üstelik bunların 70-100 kişilik bir grup olması ve aralarından kimsenin çıkıp bu korkunç işlere mani olmaya çalışmaması, bütün rezaleti yapıp ettikten sonra uzaklaşırken bira şişeleri tokuşturarak kahkahalar atmaları... şüphesiz çok ama çok farklı bir durumdur. (Nitekim başbakan Erdoğan 15 Şubat 2014 günü hâlâ "bira şişeleriyle saldıranlar"dan sözediyordu.) Burada daha çok linçe benzer bir hareket, şeytanî çağrışımlar ve aleni sapıklık sözkonusudur ve üç-beş saldırganı değil, bütün bir kitleyi bağlar. Zaten, bu korkunç işi sadece fail olduğu iddia edilen 70-100 kişiye de değil, bütün Gezi eylemcilerine yıkma gayreti, ilk andan itibaren organize bir şekilde gösterilmiştir. Tıpkı şu anda Hilal Kaplan'ın "inanmadılar-kınamadılar" suçlamasını ortaya atarak ilgili görülebilecek herkese bulaştırması gibi.
Gezi'den bu yana hükümet cephesinin en şahane savaşçısı olarak sivrilen Mustafa Karaalioğlu, tarihe tek yazısıyla geçecekse bu, 19 Haziran 2013 Çarşamba günü Star gazetesinde yayımlanan "Dinle Gezi Parkı" başlıklı metin olacaktır. Hoşlanmadığı herkesi aynı kapta toplayıp eritmeyi başaran simyacı kimliğiyle Karaalioğlu, bu yazıda net olarak, Kabataş'ta Zehra Hanım'a saldıranların Gezi'cilerin "içinden bir güruh" olduğunu belirtmiştir:
Siz, Taksim Meydanı’nda yaktığınız ateşin etrafında şarkılar söylerken içinizden bir güruh hemen aşağıda Kabataş’ta genç bir 'başörtülü' kadını ve bebeğini tartaklıyordu. Mizah duygularını yitirmişlerdi ama küfürleri gayet okkalıydı. Bu ülkenin işgal yıllarından beri şahit olmadığı bir sahneyi oynuyorlardı. Afacan değil barbardılar!Kimse kimsenin elini tutmuyordu tabiî; nasılsa kendi tribünlerine oynuyorsun, istediğini sallarsın... Motife bak: "İşgal yılları"! Büyüksün!.. Yine de Karaalioğlu, ifadedeki aklı zorlayan günahlardan sözetmemeyi uygun görmüş, "tartaklıyordu" ile yetinmişti. Kabataş'taki -muhayyel?- failleri bütün "Gezi'ci"lerle özdeşleştirme pratikleri için bu örnek yeterlidir sanırım.
Fakat nasıl oluyorsa, Hilal Kaplan, Kabataş hikâyesindeki saldırganların bizzat hükümet ve propagandacıları tarafından Gezi'nin bütünüyle özdeş kılınmaya çalışıldığı gerçeğini tersine çevirebiliyor:
Sanki memlekette on yıllardır süren, cumhuriyetin ilk 80 yılı boyunca resmî politika olarak benimsenmiş bir başörtüsü ırkçılığı ve bunun gururlu failleri yoktu.Gezi'nin esas kitlesinin, Kabataş senaryosuna itirazıyla aslında "biz öyle bir şeye izin vermeyiz" demeye çalıştığını anlamazlıktan geliyor. (Bu niyet, çeşitli yerlerde başörtülü insanlara sataşılmasını önleyemedi, doğru. Fakat bu niyetin varlığı ve yüksek sesle ifade edildiği bir durumdan, olan biteni sadece hükümet yanlısı gazete ve televizyonlar aracılığıyla izleyen kimsenin haberi var mıdır?)
Sanki Gezi eylemcilerinin hepsi yedi tas kutsal suyla yıkanmış meleklerdi ve hepsine kefil olmak her Gezicinin üzerine vazifeydi.
Sanki Z.D.'nin yaşadıkları yalanlansa, mesela Taksim metrosunda 'senin gibi böcekleri ezmekten geliyorum' diyerek başörtülü kadının üzerine yürüyen Gezici ve benzerleri buhar olup havaya karışacaktı.
Hilal Kaplan, toptancı bir edâyla şu gerçek dışı sözü ortaya savuruyor: "Gezi'yi âdeta seküler bir hac mekânıymış gibi kutsayanlar, bir karış ötelerinde gerçekleşen tacizleri görmemeyi seçtiler."
Kimdir bunlar? Kaplan'a soruyorum: kimlerden sözediyor? "Orada faşistler de vardı" diyor. Evet vardı, bana kalırsa. Tıpkı Mağrip dönüşü başbakanı havaalanında karşılayan, "yol ver geçelim, Taksim'i ezelim" diye bağıran kalabalığın arasında olduğu gibi, Kocamustafapaşa'da "yarın akşam ölülerinizi sayarsınız burada!" diye haykırarak insanların üstüne sopalarla yürüyenler arasında bulunduğu gibi. Karşılıklı faşist hesabı tutmaya başlarsak Kabataş'ta olan biteni aydınlatabilecek miyiz?
Böcek möcek diye terbiyesizlik yapan kadın, evet, Zehra Hanım'ın yaşadıkları yalansa da maalesef başımıza bela olmayı sürdürecek; ama o zaman, genç anne ile bebeğine saldırıp korkunç işler yapan yüz kişilik güruhtan değil, metroda terbiyesizlik yapan bir kendini bilmezden sözedeceğiz. Aynı şey midir? Hilal Kaplan niye başörtüsü konusunda sergilenen faşistoid moronluklarla Kabataş'ta anlatılan fantastik hikâyeyi birbirine bu kadar yakın görüyor? Nasılsa kahramanları "onlardan" diye mi? Metroda da çemkirirler, kadını yere yıkıp üstüne de işerler, hattâ işte burada yazı da yazarlar... Böyle mi? İktidar katından bakınca başka herkes nokta gibi ufacık, dolayısıyla birbirine bu kadar benzer mi görünüyor? Uçaktan bakarmış gibi...
İnsanlığın sadece İslâmcılar ve "ötekiler"den ibaret olmadığını izaha kalkışmayacağım. Kabataş konusuyla sınırlayalım kendimizi. Kaplan'ın şunu anlaması ve kabullenmesi lazım: Sorun, Zehra Hanım'ın verdiği ileri sürülen ifadede ve bunun başta başbakan, AKP propagandacıları tarafından kullanılma tarzında. Dört gündür, üç uzun yazıdır, bu ifadenin gerçekliğine dair en ufak izin peşinde koşuyorum. Şimdilik anlayabildiğim, buradaki hiçbir fantastik ayrıntının gerçek olmadığı. Kaplan'a tavsiyem, oturup bu ifadeyi olabildiğince serinkanlılıkla incelesin ve şu ürkütücü soru üzerine düşünsün: Bu ifade acaba Zehra Hanım'ın ağzından çıkanlardan ibaret midir? Yoksa "üstünde çalışılmış" mıdır? O anlatılan olayın sıcaklığı içerisinde o soğukkanlı, ayrıntılı eşkal tarifleri falan..? Eğer böyleyse Develioğlu ailesi kullanılmış mıdır? Gönüllü mü zoraki mi?
Bundan daha az vahim olmayan bir ihtimal daha var: Fehmi Koru'nun, burada daha önceki yazımda aktardığım, "doğum sonrası, post-partum depresyon" ile yaptığı açıklama isabetli midir? (Ki, şahsen o ifadedeki polis "katkısı" üzerinde ısrarla durmama rağmen, danıştığım hekim-psikiyatr arkadaşlarım öyle bir ifadenin gayet iyi bilinen ve yaygın bazı psikolojik problemlerle açıklanabileceğini, insanların başkalarını fantastik ayrıntılara inandırabileceğini söylediler.) Hilal Kaplan bu sorulara cevap arıyor mu, merak ediyorum. Eğer ilk ifade konusunda benim şüphelerimi paylaşsaydı nasıl bir açıklama bulabilirdi duruma? Yok, o ifadede şüphe duyulacak bir şey yok, diyorsa, artık akla mantığa dayalı herhangi bir şey tartışmayız, olur biter.
Bir kadının, bebeğiyle veya bebeksiz, en ufak tacize uğraması yeterince vahim bir durumdur; ama bu olaydaki gibi bir ifadenin düzenlenmesi ve bunun üzerinden, üstelik yetkililer eliyle toplumsal gerilim-çatışma operasyonu yürütülmesi, aslında milyonlarca insanın şeytanlaştırılması, kabul edelim ki, çok daha vahimdir. Hükümetin kriminalize ettiği bir olayda, hükümetin kriminalize ettiği kişilerce yapılmış bir saldırının faillerinden hiçbirinin yakalanmamış, ifadeye göre en zor anında saldırganların eşkalini ayrıntısıyla tarif edebildiğine inanmamız beklenen Zehra Hanım'ın kendisine gösterilen kişilerden hiçbirini saldırgan olarak teşhis edememiş oluşu da az vahim değildir.
Bu olaydaki gerçekliği araştırmak, başörtülü insanların yakın zamana kadar uğradığı haksızlık ve tacizleri inkâr etmek değildir. Hilal Kaplan'ın şunu içine sindirmesi lazım: Gayet rahat yalan söyleyebilen yöneticilerin yeraldığı bir partiyi ve hükümeti savunuyor; kendisi de gayet rahat, gerçek dışı sözler edebiliyor; dolayısıyla, o taraftan ortaya atılan iddiaların gerçekliğinin araştırılması zaruridir. Bu okkalı mağduriyet motifi elimizden gidecek telaşına kapılacağı yerde, Zehra Hanım'ın akla zarar ifadesinin muhtemel hikâyesi üzerine düşünmesi, yazısının başına yerleştirdiği alıntıya daha uygun bir davranış olacak, ona kalbini ve vicdanını hatırlatacak, hakikate hizmet olacaktır.