29 Aralık 2017 Cuma

İdlib'te "temizlik harekâtı" - yeni belalara doğru

"Bir gece ansızın...'larla, mesnetsiz, hamasî nutuklarla bir kahramanlık destanına dönüştürülmeye çalışılan İdlib operasyonu, Türkiye'nin başına açılacak yeni belaya dönüşmek üzere. Türk askerleri İdlib'te beyni ve belkemiği "eski" El-Kaide'ci Heyet Tahrir el-Şam'la (HTŞ) varılmış uzlaşmaya dayalı olarak, Kürt kantonu Efrin sınırında konuşlandı. Oysa Rusya ile varılmış anlaşma gereği, Suriye ve İran güçleriyle HTŞ ve öbür cihatçılar arasında, çok daha güneyde bulunmaları gerekiyordu. Türkiye'den beklenen, vilayetteki ezcümle silahlı muhalif güçler üzerinde tartışmasız üstünlüğe ve yol denetim noktalarında, yerel idarelerde bariz hakimiyete sahip HTŞ arasında ayrılık çıkarması, Türk ordusu denetimini Esad'ın ordusuna tercih edecek olan, görece "uzlaşmacı" sayılan cihatçılarla çoğu El-Kaide'ci radikalleri ayrıştırması.

Bütün bu hesapların gelip dayandığı cevapsız soru şu: Peki sonra ne olacak? Suriye İçsavaşı'nı izleyen herkes biliyordu ki, kendini güvende hisseder hissetmez Suriye ordusu İdlib'i bütünüyle almak üzere harekete geçecekti. Ve bunu tabiî Rusya hava kuvvetleri desteğiyle yapacaktı. Öyle görünüyor ki, o gün geldi. Bundan Türkiye'ye nasıl bir bela çıkabilir? İlkin, tıpkı Fırat Kalkanı bölgesi için olduğu gibi, burası için de Şam'dan "toprağımızdan derhal çıkın!" ultimatomları gelecek - arasıra geliyor zaten. (Son olarak, Beşar Esad'a "terörist" diyen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a Suriye Dışişleri Bakanlığı sert bir cevap verdi, "geçmişin hayalleri"yle oyalanmayın, demeye getirdi, Suriye topraklarındaki Türk askerî varlığının, TC'nin "tekfirci teröristler"e desteğinin kanıtı olduğunu ileri sürdü.) Böylece doğacak mesele, muhtemelen Rusya'nın araya girdiği diplomatik gayretlerle süreç içerisinde halledilecektir. Fakat ikinci ihtimal çok daha ele gelir, çok daha yakın ve güçlü: Türk askerleri, ağır bombardıman altında büyük kayıplar vermeleri muhtemel cihatçı örgütlerin hışmına uğrayabilir. Böyle bir durumda Türkiye cihatçılarla savaşmak durumunda kalabilir, bu da birçoğu halen Türkiye sınırları içinde bulunan cihatçıların bir dizi eyleme girişmesine yolaçabilir. Bunların umutsuzca intihar eylemleri olması da ihtimal dışı değil. Türkiye'nin cihatçıları sınırdan ülkeye alarak onlara bir tür koruma kalkanı oluşturabileceği üçüncü ihtimale değinmek istemiyorum.

Hazırladığım haritaya tıklayın ve büyük halini görün. İdlib diye sözettiğimiz bölge aslında İdlib vilayetinden ibaret değil. Halep'in batısı ile Hama'nın kuzeydoğusundan toprakları da kapsıyor. Koyu yeşil bölgeler, HTŞ'nin kesin hakimiyetini belirtiyor. (Evet, Hama'da, o gri bölgede hâlâ DAİŞ var.) Kırmızı noktalar, sadece son bir-iki gün içinde Rusya uçakları ve Suriye ordusunun çeşitli ataklar düzenlediği yerler. Açıkça görülüyor ki, cihatçı diyarını her yönden sıkıştırmaya, daraltmaya yönelik harekât başladı. Göze alınması gereken ölü-yaralı sayısı, bunlar içinde sivillerin muhtemel yüksek oranı, sözkonusu harekâtın fasılalarla, cihatçılara ve muhalif sivil halka teslim olma fırsatları verilerek sürdürülmesine yolaçabilir. Sadece tahmin edilen HTŞ'ci savaşçı sayısı yirmi-yirmi beş bin! Şimdiye kadar Türkiye'nin müttefiki gibi davranan öbür silahlı grupların başka cihatçılar topluca katledilirken nasıl davranacağı belirsiz. Ancak ok yaydan fırlamışa benziyor.

Sözü uzatmayacağım. Haritaya bakın ve Türk ordusunun İdlib'te bir süre sonra nasıl bir durumda kalacağını tasavvur etmeye çalışın.

24 Kasım 2017 Cuma

ABD-Flynn: Başımıza yeni belalar açılacak

ABD'de, Türkiye'yi çok yakından ilgilendiren kritik bir gelişme oldu. Başkan Donald Trump'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı yaptığı, Rusya ile ilişkileri konusunda yalan söylediği ortaya çıktığı için yirmi dört gün sonra görevden almak zorunda kaldığı emekli general Michael Flynn, Beyaz Ev'le bağını kopardı, muhtemelen, Trump ekibi hakkında yürütülen "Rusya bağlantısı" soruşturması kapsamında savcıyla işbirliği yapıyor. Flynn'in avukatları, Trump'ın avukatlarıyla bilgi paylaşmayı kestiklerini açıkladılar. Bunun anlamı, yüzde doksan, bilgi paylaşan taraflardan birinin savcıyla işbirliğine yönelmiş olması. Savcı da, ABD'de olan biteni azıcık izleyen bilir, eski FBI başkanı Robert Mueller.

ABD ordusunun istihbarat örgütüne (DIA) başkanlık yapmış, başkanlık seçimi sürecinde Trump ekibinin kalbinde yeralmış emekli korgeneralin itirafçı konumuna geçmesi, Trump ekibinin başına büyük belalar açacaktır. Ancak Türkiye'nin konuyu yalnız bu yüzden önemseme lüksü yok, zira Flynn Ankara'nın özellikle Fethullah Gülen'e karşı lobi işleri için tuttuğu en üst düzeydeki eleman. Bir iddiaya göre, birinde Enerji Bakanı Berat Albayrak ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun da bulunduğu iki toplantıda, bu emekli generalle, Gülen'i ABD'den "kaçırma" ihtimali konuşuldu. Bu iddianın sahibi, eski CIA başkanı R. James Woolsey! Gülen aleyhinde yazı yazıp yayımlatan Flynn'e, Türk-Amerikan İş Konseyi (TAİK) Yürütme Kurulu Başkanı Ekim Alptekin'in Hollanda'da kurulu firması aracılığıyla beş yüz küsur bin dolar ödendiği belgelendi. Sözkonusu -iddia konusu- ikinci toplantıda Flynn'e "kaçırma" organizasyonu için on beş milyon dolar teklif edildiği de söylendi, ama bunun için henüz yeterli tanık ifadesinden haberdar olmadık. Flynn de avukatı aracılığıyla bu iddiayı reddetti.

Velhâsıl, Flynn özel yetkili savcı eski FBI başkanıyla işbirliğine girdiyse -ki, karşı karşıya olduğu suçlamalar gözönüne alındığında kendisinin başka şansı yok, aksi halde muazzam hapis cezalarına çarptırılabilir-, bundan Türkiye ile ilgili sonuçlar da çıkacağı kesin. Eğer "kaçırma planı" iddiası doğruysa, Ankara'daki birtakım yetkililer, Rıza Zarrab davası dışında, başka bir davanın şüphelileri haline gelebilirler.

Flynn, kahramanı olduğu veya çevresinde dönen işler nedeniyle çok ilginç bir figür. Ve bundan böyle Türkiye'de adı daha sık geçecek. Bu adam üzerine Mart ayında bir dizi hazırlamıştım, yedi gün üstüste Duvar'da yayımlanmıştı. Göz atmanızı tavsiye ederim.

17 Kasım 2017 Cuma

Osman'ın avukatlarından karşı adım

Osman Kavala'nın avukatları, haber kılığındaki uyduruk ve yalanlara karşı girişimlere başladı. Yaptıkları duyuru şöyle:
Geçtiğimiz günlerde, bir takım yazılı ve görsel medya organlarında yer alan, ‘Osman Kavala Henri Barkey ile 93.5 saat görüştü’ şeklindeki sistemli, tamamıyla gerçekdışı ve soruşturmanın gizliliğini ihlal eden nitelikteki haber ve yayınların sorumluları olan kişi ve kurumlar hakkında gerekli yasal süreçleri başlattığımızı kamuoyunun bilgisine sunarız.

Osman Kavala ile ilgili gelişmeleri ve uyduruk-yalan olmayan bilgileri takip edebileceğiniz sayfa ve hesaplar şunlar:

www.osmankavala.org
https://www.facebook.com/FreeOsmanKavala/
https://twitter.com/FreeOsmanKavala

11 Kasım 2017 Cumartesi

Osman'ın avukatlarının yeni tezvirata cevabı

Arkadaşım Osman Kavala'nın avukatları, Osman hakkında iktidar propaganda aygıtının sürdürdüğü kara çalma-iftira kampanyası kapsamında sergilediği yeni marifetler üzerine bir açıklama yaptılar. Şöyle:
Bir kısım yazılı ve görsel medya organlarında, müvekkilimiz Osman Kavala ile ilgili yer alan asılsız, hukuka aykırı ve toplumsal algıyı yönlendirmek ve yönetmek amacına hizmet edebilecek maksatlı haberler üzerine, bu açıklamayı yapmak zorunlu hale gelmiştir.
Öncelikle belirtmek isteriz ki; söz konusu haberlerde yer alan içerikler, mahkeme sorgusunda yer almayıp, polis sorgusunda müvekkil ile emniyet görevlileri arasında geçen ve soruşturmaya konu olan diyalog ve ibarelerdir. Soruşturma, kamuoyunun da bilgisi dahilinde olduğu üzere, “gizlilik” esasıyla yürütülmektedir. Dolayısıyla bu haberler açıkça “suç” teşkil etmektedir, gereği tarafımızdan derhal yapılacaktır. 
Söz konusu haberlerde adı geçen kişiyle Osman Kavala’nın yoğun bir telefon trafiği ve görüşmelerinin olduğuna dair ifadeler doğru değildir. Zira Osman Kavala’ya yöneltilen iddialar telefon görüşmelerine ait değildir, aynı baz istasyonlarında oldukları tespit edilen HTS kayıtlarına aittir. 
Bu durumda beklentimiz, kendilerini soruşturma ve yargılama makamları yerine koymaktan kaçınmayan bu belge ve bilgi sahibi habercilerin, var olduğunu iddia ettikleri bu görüşmelerin içeriklerini de kamuoyuyla paylaşmaları yolundadır. 
Yine söz konusu haberlerde yer alan, Osman Kavala tarafından söylendiği iddia edilen “Randevu defterime bakmam lazım” şeklindeki sözlerin müvekkilimize yöneltilen tüm soruları kapsadığına ilişkin iddia da doğru değildir. Bu yanıt sadece, çok eski tarihli, tek bir iddiaya yönelik olarak verilen gayet spontan ve insani bir cevaptır. 
Türkiye’nin yakın geçmişte yaşadığı karanlık süreçle aynı genetik özellikleri taşıyan, yargıyı hiçe sayan ve soruşturmaları medya üzerinden yürütmeye çalışarak “Önce itibarsızlaştır sonra yargıla” şeklinde hareket eden tasarruf sahiplerinin, bugün nerelerde ve ne şekilde bulundukları kamuoyunun malumudur. Bu nedenlerle bu yanlı ve yalan haberleri yapan tüm kurum ve kuruluşlar hakkında suç duyurusunda bulunacağımızı ve ne olursa olsun, her koşulda evrensel hukuk ilkelerinden asla ödün vermeyeceğimizi kamuoyunun bilgi ve takdirlerine sunarız.

16 Ekim 2017 Pazartesi

Kerkük "dava"sında yerli-millî birlik

Dün (aslında bugün ama yatmadan öncesi dündür:) geceyarısından sonra, Irak ordusu, polis güçleri ve Haşdi Şabi milislerinin Kerkük Harekâtı başladığından beri olan bitenleri izlemeye çabalıyorum. Çok zor oldu, çünkü askerî veya propagandaya yönelik amaçlara hizmet etmesi için ortaya sürülmemiş, güvenilir bilgi, özellikle ilk saatlerde, neredeyse yok gibiydi. Sahada olan bitenden bahsetmeyeceğim; halen izliyoruz. Sosyal medya aracılığıyla gösterilen tavır ve tepkilere ilişkin bazı izlenimlerimi aktaracağım.

Öncelikle, 16 Ekim itibarıyla görüyoruz ki, Türk muhalefetinin büyük kısmı için Kerkük’te sözü edilmeye değer bir şey olmuyor. Flaş mevzu Melih Gökçek. Bu elbette başlıbaşına göstergedir, ama burada bunun anlamı üzerinde durmuyor, işaret edip geçiyorum.

Niye böyle? Sebep elbette “Kürt anasını görmesin” etkenini yüksek dozda içeriyor. Ama bundan ibaret değil.

15 Ekim 2017 Pazar

HTŞ, "Türkiye burada bize tâbi" iddiasında

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asker bulundurmaya başladığı İdlib’de denetimi elinde tutan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) örgütü, “Türkler bizim şartlarımıza tâbi” ve “istersek onları buradan çıkarırız” iddiasında. Örgüt, Ankara ile anlaşmaya vardıklarını çeşitli yetkililerinin ağzından dile getirmeye devam ediyor ve Türkiye’nin “Astana planını uygularmış gibi göründüğünü”, oysa “gerçeğin böyle olmadığını” ileri sürüyor.

13 Ekim günü size El-Kaide’ci din âlimlerinden Ebu el-Fetih el-Fergali’nin açıklamalarını aktarmıştım. El-Fergali, Ankara’nın kendilerinden Efrin’deki “ateist gruplara” karşı üç yerde mevzi oluşturmak için izin istediğini, kendilerinin de, “mücahitlerin geçmekte olduğu dönemin gerekleri”ni filan gözeterek bu izni verdiklerini iddia etmişti. El-Fergali, İdlib’de “Allah'ın kanunlarının belirleyici olduğunu”, burada kimsenin “denetimi ele almaya kalkamayacağını” vurgulamıştı.

El-Fergali’nin ardından, Heyet Tahrir el-Şam’ın (El-Nusra zamanından beri) medya yetkililerinden olan Muhammed Nazzal (Ebu Hattab el-Makdisi),  Telegram’daki (13 Ekim) uzun mesajında mevzuyu daha da ilginç ve çetrefil kıldı, İdlib’deki gelişmeleri izleyen bizim gibilerin sorduğu soruları ağırlaştırdı. Nazzal’ın ortaya koyduğu iddialar, bir bakıma Türkiye için olduğu kadar Rusya için de yenir yutulur cinsten değil.

14 Ekim 2017 Cumartesi

Wenders: Fotoğraf yerine başka terim lazım

Wim Wenders’in polaroid fotoğrafları, “Instant Stories” (Ânında Hikâyeler) adı altında Londra’da sergileniyor. Yönetmenin 1973-83 arasında çektiği on iki binden fazla Polaroid’den elinde üç bin beş yüzü kalmış. The Guardian’da Sean O’Hagan’ın bu vesileyle Wenders’le yaptığı görüşmede Wenders, “fotoğraf”ın anlamının artık tamamen değiştiğini, hattâ fotoğraf çekme uğraşına başka bir isim bulunması gerektiğini söylemiş:

“Değişen, sadece görüntünün (imgenin) anlamı değil, bakma eylemi de artık aynı anlama sahip değil. Şimdi, mesele göstermek, göndermek ve belki hatırlamak. Esas olan görüntü (imge) değil artık. Görüntü (imge) benim için hep biriciklikle, bir çerçeve ve kompozisyonla bağlantılıydı. Kendi içinde tekil bir an[ın ifadesi] olan bir şey üretiyordun. Bu yüzden de belirli bir kutsallığı vardı. Bütün bu kavram yok oldu gitti. (…) Kültür değişti. Hepsi gitti. Hâlâ fotoğrafçılık kelimesine niye takılıp kaldığımızı sahiden bilmiyorum. Değişik bir terim bulunmalı ama kimse de bunu bulmakla uğraşmıyor.”

13 Ekim 2017 Cuma

HTŞ: Ateist gruplara karşı Türklere yer verdik

Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Ekim'i 13 Ekim'e bağlayan geceyarısına doğru -ilk verilere göre- kırk kadar zırhlı araç ve sekiz tankla İdlib'e girdi. Bu, beklenmeyen bir gelişme değildi. Ancak Türk ordu konvoyuna, bölgeye hakim olan, El-Kaide çekirdekli Heyet Tahrir el-Şam'a (HTŞ) ait savaşçıların araçlarla eşlik (eskortluk) etmesi, işi hayli ilginç kıldı. Türkiye'nin İdlib'de nasıl varlık göstereceği konusunda HTŞ ile anlaşmaya vardığı zaten söyleniyordu, böylece, anlaşmanın ayrıntısı değilse bile varlığı kanıtlanmış oldu.

Kısa süre önce İdlib'e her türlü dış müdahaleye karşı olduğunu, bölgeye müdahaleye kalkışacak herhangi bir yabancı kuvvetle çatışacağını açıklamış olan HTŞ açısından durum nedir peki? Örgüt, karşı koyamayacağı gelişmeler yüzünden telafi edilemeyecek zararlar görmemek üzere kendini ayarlamışa benziyor.

2017 başında Ahrar el-Şam'dan ayrılarak HTŞ'ye katılan, El-Kaide'ye yakın (veya doğrudan El-Kaide'ci?) din âlimi Ebu el-Fetih el-Fergali, İdlib bir "yabancı işgali"ne uğrarsa direnmeyi mecburî görev ilan eden bir fetva verdi. Ancak el-Fergali Türk ordusunun hâlihazırda giriştiği operasyonu bunun tamamen dışında tuttu. El-Fergali, "Türk ordusu," dedi, "sınırlı bir kuvvetle mücahitlerin hakimiyeti altında iş görmek üzere, şu ateist gruplara karşı bazı mevziler talep etti." Burada "mücahitler" HTŞ, "ateist gruplar" da Efrin'deki YPG oluyor. El-Fergali, "Allah'ın kanunlarının belirleyici olduğu bu bölgelerde" kimsenin "denetimi ele almaya kalkamayacağını" vurguladı. El-Kaide'ci din âlimine göre, "mücahitlerin geçmekte olduğu dönemin gerekleri ve -Doğu'dan ve Batı'dan- düşmanlarının kendilerine karşı birleşmiş olması" yüzünden sözkonusu istisnaya başvuruldu. El-Fergali, "Yani bu şartlar ve yukarıda belirtilen gerçekliğin ışığında," dedi, "mücahitlerin emirleri buna [Türk ordusunun girmesine] izin verebilirler."

Ayıklayarak tekrarlayayım: HTŞ, şu andaki eskort vaziyetini, TSK'nın yalnız Efrin'deki YPG'ye karşı mevzi alması ve "Allah'ın kanunlarının geçerli olduğu bölgede" HTŞ'nin otoritesini tanıması koşuluna bağlıyor. Türk ordusu İdlib vilayetinde otorite talep etmeye geçtiğinde her şey tersine dönebilir.

Bence bugünlerde önümüze gelen bu bilgileri unutmayalım.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Yemen'de kolera salgını ve korkutucu sorular

Ekim başı itibarıyla Yemen'de 777 bin 229 kolera vakası saptandı. Bu sayıyla Yemen, Haiti'nin 850 binini geçmek üzere. Üstelik Haiti bu sayıya 2010'dan başlayarak yedi yıl içinde ulaşmıştı, Yemen'in 777 bini geçmesi sadece altı ay aldı. Şimdiye kadar ölenlerin sayısıysa 2 bin 134.

Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre, koleraya ilişkin kayıt tutulmaya başlanan 1949 yılından bu yana daha hızlı yayılmış salgın yok. Uluslararası Kızılhaç Komitesi, gidişat böyle sürerse yıl sonuna kadar bir milyon Yemenli'nin koleraya yakalanmış olacağını bildirdi.

Foreign Policy'de Yemen'de kolera salgınının "rekora koşuşu"nu ele alan Dan de Luce, salgının "tamamen insan yapımı" olduğunu ortaya koydu. Çünkü koleranın ortaya çıkışı da önlenemeyişi de esas olarak sadece temiz su yokluğundan. İki buçuk yıldır süren içsavaş ve Suudî Arabistan önderliğindeki yaygın bombardımanlar, ülkenin içme suyu şebekesini ve hastanelerini perişan etti. Sahadaki koşullar çok tehlikeli olduğu için uluslararası yardım kuruluşları çoğu zaman çalışmalarını kesip bulundukları yerleri terk etmek zorunda kalıyor. Yoksa koleranın önlenmesi hiç zor ve masraflı iş değil.

Yemen'de kolera kurbanlarının yarısı 18 yaşından küçük. Yaklaşık dörtte biri beş yaşından küçük. Yani Yemen nüfusunu hırsla kemiren bir canavar yetiştirilmiş, ortaya salınmış gibi. Bu biraz da, dünya nüfusunun egemenlerce "gereksiz" bulunacak kısmının yakın gelecekte nasıl ortadan kaldırılacağına dair fikir veriyor. Muhtemelen bir yolu da bu olacak. Şu anda Yemen nüfusunun yarısı koleradan ölse kaç kişi umursar? Güney Sudanlıların dörtte üçü üç-beş ayda yok olsa buna kim takılır?

Yemen, üstelik, "dünya kamuoyu" denen şeyin birkaç yıldır en çok izlediği, kulak verdiği bölgede, Ortadoğu'da. Nedense, Müslümanların yönettiği veya çoğunlukta olduğu hemen hiçbir ülkenin ahalisi Yemen'le ilgilenmiyor. Suudî Arabistan'a, "Sen kimsin ya! Gidip zavallı yoksul insanları bombalıyorsun!" filan diyen de yok, otobüslere, metrolara "Yemenli çocukları kurtaralım" afişleri de asılmıyor. Bu da işin başka tarafı.

8 Ekim 2017 Pazar

İdlib Harekâtı'nın esas hedefi Efrin

Bugün Türk ordusunun bazı yetkilileri İdlib'e geçip keşif ve belki görüşmeler yaptı. Tabaya çalan tuhaf renkli (hâki değil), karartılmış camlı üç zırhlı arabayla Atme'den İdlib'e geçen heyete, birinin arkasına uçaksavara benzer bir silah takılmış, öbürünün arkasına silahlı savaşçılar binmiş meşhur kamyonetler eşlik etti. Yani TC askerî konvoyu, sınırı ve Türk ordusu girerse ilerleyeceği bölgeyi tutan El-Kaide'cilerin (Heyet Tahrir el-Şam) gözetiminde hareket etti. Akşamüstü beşe doğru yerel kaynaklar, konvoyun gelirken kullandığı yolu kullanıp, Atme'den Türkiye'ye döndüğünü bildirdiler. Konvoyda ya bir müzakere heyeti vardı ya da, yine yerel kaynakların ileri sürdüğüne göre, İdlib'in Efrin sınırında, Türk askerî birliklerinin konuşlanacağı yer(ler)in seçimi için yapılan bir keşif gezisi sözkonusuydu.

Öyle anlaşılıyor ki, İdlib'e Türk ordusunun girişinin Suriye İçsavaşı açısından göreceği işlev hızla kenara itilebilir. Zira bu operasyondan asıl maksadın Efrin kantonunu kuşatmak olduğunu düşünmek için çok sebep var. Ankara'nın gözünü bu hedefe diktiği ve gerisini pek düşünmediği anlaşılıyor. Şu anda El-Kaide'cilerle geçici olarak anlaşıp girip çıkabilirsin veya anlaştığın yeri sana bırakıp çekilirler (nitekim Efrin'e sınırdaş bazı yerlerden çekildikleri ileri sürülüyor); ancak Rusya destekli Suriye ordusu bunlara saldırdığında Türk askerleri ne yapacak? Rusya ile varılan anlaşma icabı onların kaçış yollarını tıkamayacak mı? Tıkarsa, Efrin'i güneyden sarsın, kanton böylece kuşatılsın diye gönderilen TSK birlikleri de Efrin ile El-Kaide'ciler arasında kalmayacak mı? Güneyden Suriye+Rusya İdlib'e yönelik geniş çaplı askerî harekâta giriştiğinde kuzeye ve batıya, aslında Türkiye'ye kaçmak için akın edecek yüz binlerce insan ne olacak? Onların karşısına Türk askerleri mi dikilecek? Yoksa bu insanlar Efrin sınırına mı yerleştirilecek?

İşin askerî yönü konusunda elbette söz söyleyemem. Ama her ne planlandıysa, burada El-Kaide'cilerle anlaşmaya bel bağlanmış olması gerektiği açık. Başka ihtimal yok. Peki, Türk konvoyu onların gözetiminde etrafta Efrin'e nâzır yer bakarken Suriye (belki Rusya, kesin değil) uçakları az güneyde, rejim kadar Heyet Tahrir el-Şam'a, yani El-Kaide'cilere de muhalefetiyle bilinen Maaret el-Numan'da pazaryerini bombaladı; on-on iki kadar ölü var. Düşünün, burası El-Kaide'cilerin kalesi falan da değil; onlara karşı sokak gösterilerine sahne olmuş, halkı sindirmek için HTŞ'cilerin havaya ateş açmak zorunda kaldığı bir yer. Rusya ve Suriye, Türkiye'nin El-Kaide'cilerle arası bozulmasın diye İdlib'de giderek tırmandırdıkları operasyonlarına son mu verecekler? Elbette hayır.

Bu iş çok sakat ve her şeyden önce güvenilir, temiz bilgiye ihtiyacımız büyük.

7 Ekim 2017 Cumartesi

İdlib - Kanlı oyun öncesi son tahminler

Türk Silahlı Kuvvetleri İdlib'e girecek mi, giriyor mu? Komutanlarla MİT başkanı sınırda ne yapıyor? Sınıra asker yığıp hoparlörlerden marşlarla gaz vermenin savaşa hazırlık dışında anlamı olur mu? Yoksa harekât başka türlü yürütülecek de mizansenler mi yapılıyor?

Saat 21:30 itibarıyla bildiklerimizi ve düşünebildiklerimizi toparlamaya çalışayım.

Önce, şu ana kadar özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın -şüphesiz seçerek- ettiği sözlerden anladığım şeyi ifade edeyim: Türk ordusu hemen bugün yarın İdlib'e girmeyecek gibi gözüküyor. Önce "ÖSO" adı altında, hükmedebildikleri silahlı grupları soktular. Bunların yaşayacağı maceraya göre, maceranın büyüğüne kalkışılacak veya geri durulacak. Yine de, sözler bizi aldatıyor olabilir, hazırlıklar, seferberlik sahici olabilir.

Türkiye'nin İdlib'e girmesi veya müdahale etmesi ile ilgili iki büyük sorun var.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Las Vegas katliamı - bilebildiklerimiz

ABD polisi, Las Vegas katliamının ardındaki motifi anlayabilmek için umudunu katilin sevgilisinden alacağı bilgiye bağladı. Avusturalya vatandaşı Filipinli Marilou Danley, katliam sırasında Filipinler’deydi, fakat salı gecesi ABD’ye döndü. "Gönderildi" veya "teslim edildi" demek daha doğru.

Katliamcı Stephen Paddock’ın katliamdan birhaç hafta önce 100 bin dolara yakın bir parayı Filipinler’e gönderdiği anlaşılmıştı. Bunu sevgilisine göndermiş olabileceği varsayılıyor. Ayrıca Paddock’ın, uzun süredir hazırlandığı belli olan bu katliamdan ötürü suçlanmasın, zarar görmesin diye sevgilisini bu sırada ülkesine gitmeye yönlendirmiş olabileceği düşünülüyor. Paranın da, yine, kadına bir yaşam güvencesi sağlamak için aktarılmış olabileceğine ihtimal veriliyor. Şimdi Marilou Danley döndü ve polise bildiklerini, tahmin ettiklerini anlatacak. Ancak katliamcıyı bu feci işe yönelten sebepleri o da aydınlatamayabilir.

Stephen Paddock, 64 yaşında, emekli bir muhasebeci. Bir ara seyyar postacılık yapmış. Çeşitli memuriyetlerde de bulunmuş. Büyük kumar oynuyor. Parası bol.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Türk siyasetçisi ne söyler?

AKP’li bir belediye başkanı daha istifa etti. Haberin bu “daha”da cisimleşen siyasî kısmını geçiyorum. İstifa eden Düzce belediye başkanının kimi kıymetli yönleri üzerinde de durmayacağım, bunlar için Evrensel’in veya  Diken’in haberlerine bakabilirsiniz.

Bendeniz, müstâfî başkan Mehmet Keleş’in istifa mektubunu didiklemeyi tercih edeceğim. Böyle didiklemeler, “kendimizi tanıyalım” dersinde çok işe yarıyor. Yapacağım basit: başkanın veda mektubundan bazı kelimeleri çıkaracak, geride kalanları, sırasını bozmadan ardarda aktaracağım. Buyurun:

“…sonsuz sevgi ve saygılarım… Uzun yıllardan beri … en güzel hizmetleri …çalıştım. Yaptığım hizmetler … Ne yazık ki, …hizmet etmek için gece gündüz … gönül verdiğim partim… yıpratmak … yalan, dedikodu ve iftiralar… çirkin kampanya… partim ve kutsal davamız… büyük bir heyecan ve istek… şahsım, ailem, Düzcemiz, partimiz ve davamız… çirkin iftira ve karalama kampanyaları… hem hukuk önünde, hem de mahşer gününde hesaplaşacağım… canımdan aziz bildiğim ve gönülden bağlı olduğum yüce davam ve partim… bağlılığım… her zamankinden daha üst seviyede artarak… Saygıdeğer dava kardeşlerim, mesai arkadaşlarım, sevgili Düzce halkı… sonsuz sevgi ve saygılarım…”

Böylece, başkanın 150 kelimelik veda mektubunun 89 kelimesini, yani yaklaşık % 60’ını aktarmış oldum.

Diyeceksiniz ki, istifaya yolaçan sebepler herhalde öbür % 40’ta kaldı. Hayır. Orada kalanlar, şu yukarıdakileri tam cümle haline getiren unsurlar. Buraya aktardıklarım ise, Türk siyaseti. Türk siyasetçisinin hem kılıfı hem muhtevası; özü belki. Paramızla altına 650 bin liralık araba çeken adamın kendine saray yaptırmış biri liderliğindeki yüce davasının kısa anlatımı.

Niye mi istifa etmiş? Nereden bileyim allahaşkınıza…

30 Eylül 2017 Cumartesi

"Din yorgunluğu" değil, başka şey

AKP kurucularından, Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler, "bizim camianın içinde yetişmiş" diye takdim etmeye özen gösterdiği bir sosyoloğun "çocuklarımızı din yorgunu yaptık" tesbitini aktardı ve üzerine düşüncelerini yazdı. Orada sorduğu bir sorunun cevabına açılan kapı bizzat yazısında var, kendisine göstermek istedim.

Sözkonusu "din yorgunluğu" tesbiti, Doç. Dr. Ömer Miraç'a ait. Dr. Miraç, "yaklaşık dokuz yıldır, özellikle zor denilen gençlerle çalışan bir araştırmacı", Böhürler'in kendisini tanıtırken verdiği bilgiye göre. Böhürler, Miraç'ın “verdiği örnekleri dinlerken; üst akıl, büyük resim gibi tanımlara takılıp elimizden akıp gidenleri görmemişiz duygusuna kapıldığını” belirtiyor. Yazar, sosyoloğu dinlerken, diyor, "kendimize odaklanmaktan gençlere ne kadar da gözlerimizi kapattığımızı, bizce olması gerekenlerden ibaret bir kalıba onları oturtmaya çalışarak ne kadar yorulduğumuzu ve de yorduğumuzu fark ettim."

Şöyle sürdürüyor: "Bu yazıya sebep sadece dinlediklerim değil elbette! Dindar kesim olarak bizim çocuklarımızda oluşturduğumuz ruh haline olan tanıklığım da doğrusu bu yargıyı pekiştiriyor. Bir haftadır bu kavram zihnimde dönüp duruyor. Ne yaptık da bunu başardık anlamaya çalışıyorum."

Cevaba açılan kapıysa şurada: "Bu kavramı öyle olaya başka mahalleden bakan, dışarıdan birinden duysam bakışım farklı olurdu elbette."

Niye, Ayşe Hanım? "Başka mahalleden" biri doğru bir tesbit mi yapamaz? Yoksa başka mahallelinin hakkınızdaki tesbiti doğru olsa bile siz bunu aktaramaz mısınız? Neden? Dışlanma korkusundan mı? Yoksa aktarsanız da kimse kulak mı vermez? Niye?

Nasıl bir baskı ortamıdır mahallenizde hepinizi tehdit eden ki, "Belki de bugün hepimize hâkim olan 'İslâmî serüven kırılıyor' duygusu"ndan bahseder etmez, sanki bütün yazı boyunca gençler için yaratılmış sorunlu durumu anlatan siz değilmişsiniz gibi, şunu eklemeden edemiyorsunuz: "Elbette bu kırılmadan umutsuzluğa düşmemek gerekiyor. Ömer Miraç da bu kanaati taşıyor, 'Yerinize dimağı açık çok güzel gençler geliyor' diyor." Madem çok güzel gençler geliyor, demek din veyahut başka şeyin yorgunu falan değiller. Yazınızda anlattığınız durum yok. Üzülmeyin o halde.

Gençlere -ve kendinize- yaptığınız esas kötülük bu. Onları akıl-mantıktan, herkes için geçerli hakikat duygusundan, kavramından uzaklaştırmak. Atgözlüklü taraftarlar haline getirmeye çalışmak. Herkes için geçerli hak-adaletten uzaklaşmakla da alâkası var elbette. Nâçizâne önerim, iktidar ihtirası içerisinde ilk terk ettiğiniz aracı yeniden elinize alın, başka mahallelerden gelen seslere azıcık kulak verin.

21 Eylül 2017 Perşembe

Kaymakamlık bana ödül verdi

21 Eylül 2017 günü, Türkiye baskılar-yasaklar tarihi ölçüleriyle bile hayli çapsız, düşüncesizce ve beklenmedik görünen bir icraatla karşılaştık: Beyoğlu Kaymakamlığı, evet, içişleri bakanlığı, vali değil, artık her şeye karar veren tek ağız da değil, kaymakamlık, Musa Anter ve Özgür Basın Şehitleri Yarışması Ödül Töreni’ni yasakladı. Gerekçe… yok. Evet, yok. “Yasaklanmıştır” dediler.

18 Ağustos 2017 Cuma

Almanya'daki Türkleri "tehdit" haline getirmek!

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Almanya'daki Türk seçmenlere "bize saygısızlık yapan partilere oy vermeyin" çağrısı yapması, hiç şüphesiz, Almanya siyasetçileri tarafından, ülkelerinin içişlerine müdahale olarak tanımlanacak. Erdoğan'ın bu müdahalesi, çelişkileri, anlaşmazlıkları bambaşka bir düzeye taşıyacak. Türkiye, bugüne kadarki gibi, “anlaşmazlık halinde olunan devlet” değil “tehdit” olarak tarif edilecek. Her şey bir yana, oradaki Türkleri Almanya devleti için “millî güvenlik tehdidi” konumuna sokacak bir hamle bu. Almanya ve başka devletlerin buna verecekleri karşılığın cinsi de farklı olacak. Niye başka devletler de işe karışsın? Zira Hollanda krizi sırasında atılan “oradaki Türkler Hollanda ordusundan kalabalık” manşetleri ilk elde hatırlanacak.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Eski Barça'lı Marquez'e uyuşturucu suçlaması

Barcelona'nın eski stoperi Meksikalı Rafael Marquez, uyuşturucu çetesiyle bağlantı suçlamasıyla karşı karşıya. ABD Hazine Bakanlığı, futbolcuyu uyuşturucu trafiğiyle ilişkili kişiler listesine aldı. Halen ülkesinde Atlas takımında oynayan ve millî takım kaptanı da olan 38 yaşındaki Marquez’i daha çok Barça'da oynadığı yedi yılda (2003-2010) izlemiş, pisliği olmayan bir futbolcu olarak tanımış, yumuşak, akıllı, istikrarlı topçuluğunu sevmiştik. Marquez, Meksika futbol tarihinin en başarılı isimlerinden. Marquez, Raúl Flores Hernández'in reisliğindeki "Flores Çetesi" adına hisse alma vs. para aklamamsı işler yapmakla suçlanıyor. Çeteyle ilişkili bazı şirket ve kuruluşlar onun üzerine yapılmış, vs.. Ben bunları yazarken tutuklanıp tutuklanmayacağı henüz belli değildi.

8 Ağustos 2017 Salı

Önce savaş, sonra insanlık!

Cumhuriyet’te Duygu Güvenç’in Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Enver Gergeş ile yaptığı uzun bir görüşme yayımlandı. Okumanızı tavsiye ederim. Konuşan elbette ele alınan, soru sorulan konular bakımından bir “taraf” ve diplomat, kendini ona göre ifade ediyor, yani her söylediğini doğru saymamız gerekmiyor, gerektiğinde gerçeği eğip bükebildiğini görüyoruz, ama o arada epeyce bilgi ve izlenim ediniyoruz.

Ben burada konuşmadan Türkiye ile ilgili bir kısmı konu edeceğim. Uzun boylu yorum yapmak veya kurcalamak niyetinde değilim; aktaracağım, yetecek.

“Esad’a karşı Suriye devrimi halkın devrimi olarak başladı,” diye anlatıyor BAE dışişleri bakanı. “Biz de grubun bir parçasıydık ve neler olup bittiği konusunda çok endişeliydik. Bilinçli olarak radikalleştirildi. O dönemde birçok dostumuzu uyardık; BAE, ‘dikkatli olun çünkü biz bu devrimi radikalleştiriyoruz’ diyen ilk ülkelerden biriydi.”

Güvenç haliyle araya giriyor, “Ama BAE de muhaliflerin yanındaydı 2011’de,” diye hatırlatıyor.

Bakan, “Evet,” diye cevap veriyor, “öyleydik. Destekliyorduk ve Suriyelilerin isteklerini desteklemeye devam ediyoruz, ama biz birkaç yıl önce uyarmaya başladık; iki üç problem var diyerek. Birinci sorun; biz çok önce bu konuda siyasi çözüme ihtiyaç var, dedik. İkincisi, biz, Nusra ve benzer diğer örgütlerin muhalif grupların büyük bölümünü oluşturmasından çok endişeliydik, çünkü problem, ahlâkî… zemindeki üstünlüğünü kaybetmektir. Eğer DAEŞ’li insanları görüyorsanız bugün rejimi nasıl eleştirebilirsiniz? …ikisi… birbirinden beter. Ve biz çok önceden uyardık. Yanıtın ne olduğunu biliyor musunuz? Sizin ülkenizden ve Katar’dan gelen yanıt, ‘bunlar sahadaki en iyi savaşçılar, önce savaşı kazanmamıza izin verin, bunun için daha sonra endişeleniriz’ oldu. Davutoğlu dönemi, 2013-2014 yıllarında…”

BAE’li bakanı erdem ve doğru söz timsali saymak durumunda değiliz. Ancak burada çizilen manzara, Suriye’ye ilişkin TC dış politikasını izleyen, gözleyen herkes için pek tanıdık ve gerçeğe uygun bir tasvir olarak gözüküyor.

Güvenç’in “Türkiye’nin Katar ile Suriye’deki işbirliğini nasıl görüyorsunuz?” sorusuna da şöyle cevap veriyor Gergeş: “Her kriz kendi dinamiklerini yaratıyor ve bunları kontrol edemiyorsunuz. Davutoğlu ile uzun süre önce yaptığım bir tartışmayı anımsıyorum. Dedim ki: ‘sizce Türkiye Suriye hükümetin[e ilişkin] siyasî pozisyonunda, manevra alanı kalmayacak kadar ilerlemedi mi?’ O bana karşı çıktı. Ama gerçekten de geçmişe baktığımda... Türkler hep, Suriye muhalefetinde hep M[üslüman] K[ardeşler]’in şansını zorluyordu. Ve bence bu doğru bir politika değildi. Suriye muhalefetini radikalleştirmediğimiz bir tutuma ulaşmalıydık. Başından itibaren siyasi bir süreç üzerinde ısrarcı olmalıydık.”

Bunları aktarıyorum, çünkü hem okurlarımı bu kapsamlı söyleşiden haberdar etmek istiyorum hem de… hem de… aktarıyorum işte, burada da dursun bunlar. Günün biri için. Veya ne olup bittiğini merak edecek olanlar için.

30 Temmuz 2017 Pazar

El-Kaide'nin paraşütçü birlikleri!?

ABD’nin DAİŞ’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, "Şu soruyu sormamız gerekiyor," dedi. "El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’nin yardımcısı İdlib’e niçin ve nasıl gidebiliyor? Bu neden oluyor? Oraya nasıl ulaşabiliyorlar? Paraşütçü askerler değiller."

McGurk, Washington'da, Ortadoğu Enstitüsü’nün düzenlediği “Trump Yönetimi’nin Terörle Mücadele Politikasının Değerlendirmesi” başlıklı panelde konuştu ve, aktardığım üzre, El-Kaide'nin İdlib'deki hakimiyetinden Ankara'yı sorumlu tuttu. Çünkü El-Kaide'ciler "paraşütçü olmadıklarına" göre, İdlib'e karadan geçmiş olmalılar ve bu vilayetin kara sınırı yalnız Türkiye ile!

25 Temmuz 2017 Salı

Esad'a meşruiyet avantajı, Ankara'ya dert

Associated Press'in (AP) bugünkü İdlib haberi, "El-Kaide bağlantılı bir cihatçı grup"un "Suriye'deki isyandan ülkenin kuzeybatısında her ne kalmışsa onu" süpürüp attığını duyurarak başlıyor. Nusra çekirdekli Heyet Tahrir el-Şam'ın, Türkiye destekli Ahrar el-Şam ve çevresinde toplanan bilumum örgütleri vilayetin güneyine postalamasından sözediyor.

İdlib'te eli kulağında olan bu gelişmeyi, ötesiyle berisiyle, bu haftaki P24 yazımda anlatmaya çalıştım. Meselenin, o yazıda olguların ötesine fazla geçmediğim için üzerinde durmadığım, oysa önümüzdeki günler açısından çok önem taşıyan bir boyutu, giderek daha fazla konu ediliyor. Nitekim AP, "cihatçıların [İdlib] şehri ve vilayetinde otoritelerini pekiştirmeleri"yle birlikte, "Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın, isyancı vilayete uzun süredir beklenen saldırıyı başlatmak için işine yarayacak bir bahaneye kavuştuğu"nu vurguluyor: Esad, "kendisine karşı kalkışılan ayaklanmanın büyük ölçüde İslâmcılar ve teröristler tarafından yönetildiği"ni ileri sürebilecek. Bildiğiniz üzre, bu, zaten ayaklanmanın başından beri Esad'ın resmî tezi.

AP'ye konuşan muhalif bir eski albay, El-Kaide'nin egemen olduğu bölgeye Esad'ın uluslararası düzeyde onay alarak girebileceğini söylemiş.

Hernekadar Suriye muktedirini ilk defa uluslararası kamuoyu ile aynı çizgiye getirse de mesele elbette Esad'ın saldırıya geçmek için meşruiyet ve onaya kavuşmasından ibaret değil. Bu saldırının kapsamı hakkında düşünmeye başladığımızda işler büyüyor.

4 Temmuz 2017 Salı

Rakka surlarında gedik

Rakka'da "eski şehir"i çevreleyen sur iki yerinden aşıldı ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) savaşçıları içeri girdi. 2,5 kilometrelik suru DAİŞ bir savunma hattı olarak kullanıyordu ve surlardaki gedikleri mayınlamışlar, surun pek çok yerini patlayıcılarla, tuzaklarla donatmışlardı. Bu yüzden koalisyon uçakları surlarda "kendi gediklerini" açıyorlar. Uluslararası koalisyonun merkez komutanlığı, tarihî surun olabildiğince büyük kısmını koruyabilmek için de bu yöntemi tercih ettiklerini açıkladı.

SDG'nin surlardan girmesi, Rakka şehir savaşında dönüm noktası olacak ve bundan sonrası daha da kanlı geçecek.

Operation Inherent Resolve

Bu vesileyle, şu komutanlığın adını Türkçe'de nasıl yazacağımıza dair birkaç söz. İsim ilk konduğunda gazeteciler arasında doğru dürüst bir tartışma geçmiş miydi, açıkçası hatırlamıyorum. Olduysa, biri hatırlatırsa özür dileyip aktarırım.

İngilizce orijinal adı Combined Joint Task Force - Operation Inherent Resolve, kısaltması CJTF-OIR olan "şey" şimdiye kadar çok çeşitli ve birbiriyle alâkasız kelime bileşimleriyle çevirilip kullanıldı. Özellikle harekâtın adı, Türkçe okuyup yazan insanlara tarih boyunca en çok mesele çıkarmış terimlerden biri olarak kayıtlara geçti. "Operation Inherent Resolve" için şimdiye dek, "Öz Kararlılık Harekâtı", "İç Çözüm Harekâtı", "Azimli Kararlılık Harekâtı", "Kökten Kararlılık Operasyonu", "Öz Çözüm Operasyonu", "Kararlı Çözüm Operasyonu", "İçsel Çözüm Operasyonu", "Doğal Kararlılık Harekâtı" karşılıkları kullanıldı. "Kökten Çözüm Harekâtı", ne kadar doğru olurdu, bilemiyorum, ama hem anlamlı hem münasip karşılık olabilirmiş. Lâkin TC Dışişleri Bakanlığı "Özgün Kararlılık Harekâtı"nı kullandığı için bunu tercih etmek daha akla yakın. Aksi halde tartışmanın harekâtın bitiminden sonraki onyıla uzanması muhtemel.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

İdlib'e geçiş için Efrin savaşı zorunlu mu?

Dış politika ve uluslararası ilişkiler konusunda bilgisi, tecrübesi ve taraftarlıktan uzak, sağduyulu yaklaşımı nedeniyle en çok kulak verilmesi gereken isimlerden Ünal Çeviköz, 3 Temmuz tarihli yazısında, daha başlıktan belirttiği üzre, "Suriye problemi ve Türkiye'nin önündeki tehlikeler"i ele aldı.

Çeviköz'ün yazısında dile getirdiği en önemli tesbitlerden biri, "Türkiye'nin de sonunda yumuşak güç yerine askeri gücün daha etkili olacağı sonucuna vardığını düşünenlerin" sayıca arttığı. Tecrübeli diplomat, nazikçe, "böyle düşünenlerin sayısı arttı" demeyi tercih ediyor.

Bu yazı, tarihe geçmeye aday bir de vecize barındırıyor. "Ancak," demiş Çeviköz, "Türkiye'nin savaşma arzusu bir türlü dinmek bilmiyor." Vecizenin vecizeliği bir yana, son yıllarda dış politikaya yön veren temel saiki pek güzel özetleyen bir söz.

Yazıyı parça parça aktarmayacağım, okumanızı tavsiye ederim. Sadece takıldığım bir noktayı dile getireceğim, belki Çeviköz veya bir başka uzman bizi aydınlatabilir. Ünal Bey, Astana'da varılan anlaşmaya göre Türkiye'nin Rusya ile birlikte İdlib'te oluşturulması umulan çatışmasızlık bölgesinden sorumlu olacağını hatırlattıktan sonra, "Türkiye'nin o bölgeye göndermek isteyeceği askerî unsurların Afrin bölgesinden geçmeleri gerekiyor," diyor. Daha sonra böyle bir geçişin çatışmasız gerçekleşmesinin koşullarına dair sorular soruyor. Bir koridor ihtimali üzerinde duruyor.

Ancak Türkiye'nin İdlib bölgesi ile, Efrin'den geçişe muhtaç olmaksızın, sürekli ve kendisi açısından garantili irtibatta bulunduğu, yaklaşık 100 kilometrelik sınırı (haritada kırmızı çizgiyle kabaca işaretli) var. Bu sınır çeşitli amaçlarla yıllardır kullanılıyor. Bu yüzden, Çeviköz'ün neden İdlib'e geçiş için Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ille Efrin'den geçmesini zorunlu gördüğünü anlayamadım. Fırat Kalkanı bölgesinden (sağda, yukarı doğru, "TSK-ÖSO" yazılı mat yeşil alan), hem Kürt güçleri (sarı) hem Suriye ordusunun (gülkurusu) etki alanından geçmeye kalkmak da, Türkiye'den Efrin'e dalıp bin türlü müşkülata hem yolaçmak hem mâruz kalmak da, İdlib sınırından doğrudan geçmekten çok daha meşakkatli görünüyor.


Bunları düşünürken aklıma bir soru takıldı: Acaba İdlib'te Türk birliklerinin gelişine razı olmayacağını ilan eden El-Kaide kökenli Heyet Tahrir el-Şam'ın (HTŞ) denetimindeki bölgeler yüzünden mi böyle bir mesele var? Haritada açık yeşil İdlib üzerindeki koyu yeşil bölgeler HTŞ denetiminde. 100 kilometreden uzun ortak sınırın yaklaşık yüzde kırkı böyle. En güneyde, Cisr el-Şuğur yöresinde ise Uygurların, Türkistan İslâmî Partisi'ne bağlı militanların ağırlığı var. Bunların bir kısmı El-Kaide'ci, bir kısmı değil.

Ünal Çeviköz gibi bir sahici uzman değil de Suriye ile ilgili her şeye tribünden, taraftar grubunun arasından bakan birileri yazsa önemsemeye değmezdi, ama şu durumda böyle bir soru isabetlidir: İdlib'e geçiş neden bu yüz kilometreyi aşkın sınırdan değil de ille Efrin'i taciz ederek yapılmak zorunda?

Yoksa hep beraber şunu mu sormalıyız: El-Kaide'ci de olsalar "mücahitlerle" savaşmaktansa "DEAŞ'tan daha tehlikeli" diye takdim edilmiş Kürt "teröristler"le savaşmak mı tercih ediliyor? Ne de olsa Yeni Osmanlı'nın Ortadoğu'yu fethetmesi pek mümkün görünmüyor, buna karşılık "Yeni Türkiye"nin dönüp dolaşıp Kürtlere vurması, savaş ve şahadet menkıbeleri üretimi açısından daha bildik, daha basit yol.

2 Temmuz 2017 Pazar

Sivas: katliam ve intihar

Sivas Katliamı'nı "dışarıdan gelenler"in tertiplediği ve yaptığı, katliamı ortalıkta açıkça üstlenmek istemeyen İslâmcıların, din istismarcısı siyasetçilerin ve dindarların, aynı zamanda, kendilerine mâkûl bir hesaplaşma-aşma yolu gösterilmediği için bugün ne edeceğini bilemeyen vicdan sahibi Sivaslıların sığındığı bir büyük yalandır.

"Devlet seyirci kaldı" da büyük yalandır. Olayda "camiden çıkmış, eli benzin bidonlu gericiler"in sorumluluğu hafifleyecek endişesiyle başka birilerinin sarıldığı büyük yalan. Sivas Katliamı, elbette devletin, artık hangileriyse, ilgili birimlerinin katkısı ve belki en baştan tertibiyle örgütlenmiş, saldırı başladıktan sonra pekâlâ kırk defa önlenebilecekken müdahale edilmeyerek âdetâ "beklenen" sonuca ulaşsın diye uğraşılmış, muazzam bir "resmî suç"tur.

Katliam sonrası, devletin de işin içinde olduğu istisnasız bütün bu tür olaylarda görüldüğü üzre, neyin ne olduğunu herkese izah etmeye yönelik bir seyir izledi. Katliamın savunmasını "meşru" siyaset üstlendi. "Bari üzüldüğünüzü belli edin" çağrıları bile karşılıksız kaldı. Yargılama süreci, facianın boyutlarıyla karşılaştırıldığında trajikomedi bile denemeyecek bir yeni derse dönüştü: Türkiye kimindir, burada kararları kim verir, kimin kimi öldürmeye hakkı vardır, kim isterse kim yargılanır, kim yargılanmaz, vs. konu başlıkları olan bir ders.

21 Mayıs 2017 Pazar

Suriye ve Irak'tan iki haber

Suriye ve Irak'tan iki haberi, kendi çaplarının ötesinde anlamlar taşıdıkları için aktarmak istiyorum.

İlk haber Suriye'den, Türkiye'nin başına yeni belalar açmaya aday İdlib'ten. Epey kanlı bir olaya ilişkin. İdlib'in doğusunda, Teltukan beldesinde Ahrar el-Şam'ın karargâhlarından birine, toplantı sırasında intihar saldırısı yapıldı, yirmi kişi öldü, çok da yaralı var. Ölenlerin Ahrar'a bağlı Usud el-İslâm Tugayı'ndan olduğunu örgüt açıkladı. Saldırı sonrasının -çok kanlı ve iç kaldırıcı- fotoğraflarına şuradan başlayarak bakabilirsiniz. Ahrar'cıları vuran, ne Suriye ordusu ne de Rusya uçakları. Saldırıyı kimin yaptığı, ardında El-Kaide'nin, Heyet Tahrir el-Şam'ın olup olmadığı, bu satırlar yazılırken henüz açıklanmamıştı. [ EK / 18:00 / Ahrar'a göre saldırıyı yapan, "İslâm Devleti" örgütü (DAİŞ - IŞİD). Açıklamak için niye beklediler, bilemiyoruz. Böyle bir durumda tereddüt sözkonusu olamaz. Belki de yapanı açıkça ilan etmeyip DAİŞ deyip sıyrılmayı tercih ettiler. ]

İkincisi Irak'tan, iyi bir haber: Musul'un batısındaki Temuz semtinde Irak federal polis güçleri "İslâm Devleti" örgütünün bir bombalı araç yapım atelyesini ele geçirdi. Belki de fabrika demek lazım. Çünkü burada zırhla kaplı orta büyüklükte on yedi araç (jipler, traktörler, kamyonetler) ele geçirildi. Kullanılabilseler, her biri otuz-kırk insanın canına mal olabilecek tekerlekli bombalar. Araçların fotoğraflarını şuradan görebilirsiniz. Irak kuvvetleri ve bir süredir onların bünyesinde "resmîleşen" Haşdi Şabi milis birlikleri son yirmi dört saat içerisinde, Musul'un batısındaki Sehl Sincar Hava Üssü'nü ve çöl köylerinden birinde yapılmış gizli hastaneyi de örgütün elinden aldılar. DAİŞ üssün uçak pistini tahrip etmiş, ama pist kısa sürede onarılamaz halde değilmiş. Irak-Suriye arasında, Şengal'in, Tel Afer'in, Haseke'nin pek yakınında bir Irak hava üssü, Bağdat'a ilginç imkânlar getirebilir. Irak'ta, Musul civarındaki gelişmeler, DAİŞ'in giderek "süpürüldüğünü" bariz şekilde gösteriyor. Bu elbette, örgütün Bağdat veya başka şehirlerde bombalar patlatmasının hemen önlenebileceği anlamına gelmiyor.

16 Mayıs 2017 Salı

"Türkiye'ye gittin" diye Çin'e sokmadılar!

Tayyip Erdoğan ve çevresindeki "başdanışmanlar" idaresinin en parlak ve çarpıcı buluşlarından biri, NATO'ydu, ABD'ydi, AB'ydi, hepsine, külliyen "Batı"ya boşverip ülkenin rotasını başka yöne çevirme, hepimizin bildiği üzre. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın üçüncü bir Viyana seferiyle kıyaslanabilir beklentilerle yüklü Washington ziyaretine pek az kaldı. Erdoğan'ın Türk İslâmcılığının potansiyel ebedî dostu gözüyle bakılan Donald Trump'la görüşmesi kendi başına bir sorular-sorunlar-ihtimaller yumağı. Bu görüşme mevzu edildiğinde ister istemez hemen peşine takılıp önümüze gelen mevzu da Türkiye Cumhuriyeti'nin alternatif dış siyaset, ittifak vs. arayışları. Veya ihtimalleri. Veya imkânları. Veya imkânsızlıkları.

"Ahbabımız Putin"le hiç de iktidar propaganda aygıtının vaat ettiği ve özendiği gibi sarmaş dolaş olunamayacağı yavaş yavaş herkesçe görülüyor. Fakat "Çeker gideriz Şangay Beşlisi'ne!" heyheylenmesinin yankıları hâlâ Altay yöresinden duyuluyor. Çin der demez akla gelmesi gereken "Uygurlar meselesi"ne dair toparlayabildiklerimi bu hafta P24'te yazdım, "Şangay Beşlisi, Uygur onlusu, güzel ikili" başlığı altında.

7 Mayıs 2017 Pazar

"Yeni kaynak", biz, ajansımız, merkezimiz...

Bazen neyin ne olduğunu anlamak için ille gerçeğin peşinde koşmak gerekmiyor. "Kurmaca"nın peşinde koşmak da aydınlatıcı olabiliyor. Sputnik Türkiye'nin aşağıdaki haberini noktasına virgülüne dokunmadan aktaracak ve üstüne tek laf etmeyeceğim. Han Şeyhun kimyasal silah saldırısı olayına dair kişisel kurcalamamı nihaî olarak bitirdi bu haber. Buyurun, beraber okuyalım, bakalım siz ne düşüneceksiniz:
Yeni kaynak, Suriye'de kimyasal saldırı propagandası için kurmaca çekimler yapıldığını doğruladı

15:08 04.05.2017(Güncellendi 21:24 06.05.2017)

Diğer bazı Rus medya organlarının yanı sıra ajansımız, askeri kaynaklara dayandırdığı haberinde, Katar'ın Al Jazeera televizyonunun İdlib bölgesinin Serakab, Eriha ve Cisr el-Şugur köylerinde, Suriye ordusunun yeni bir kimyasal saldırı düzenlediğini gösteren kurmaca çekimler yaptığını bildirmişti.

Elde edilen bilgiye göre kurmaca video, sipariş edenler Avrupa ülkelerinden birinde bulunuyor. Bu bilgi, cuma günü diğer kaynaklardan doğrulanmadı.

'KURMACA ÇEKİMLER YAPILDIĞI BİLDİRİLDİ'

Ancak cumartesi günü Rusya'nın Suriye'deki ateşkes izleme merkezi, yerel sakinlerin ve muhaliflerin, İdlib bögesinde 'kimyasal' saldırı sonucuna dair kurmaca çekimler yaptığını bildirdiğini aktardı.

Çekimlerde El-Kaide operatörlerinin danışman olarak görev yaptığı belirtildi.

28 Nisan 2017 Cuma

Umre'de kavga • Şeytan yaptı her şeyi!

Haberi Hilal Haber sitesinden okuyalım:
Kavga edecek burayı mı buldunuz? Mekke'de kavga!
İsmailağa Cemaati'ne bağlı iki farklı grup Mekke'de birbirine girdi. Çıkan kavga sonucunda onlarca kişi yaralandı ve hastanelik oldu.

İsmailağa Cemaati mensupları arasında yaşanan derin çatlaklar Mekke'de kavgaya dönüştü. Umre vazifelerini yapmak üzere Mekke'ye giden Fatih Medreseleri üyelerine yine aynı camiadan olan Kıyam-Der üyelerince saldırı gerçekleştirildiği iddia edildi.
Sözlü sataşmaların ardından kısa sürede kavgaya dönüşen arbede sonrası onlarca kişi yaralandı ve hastanelik oldu.
Bilahare altındaki yorumlardan bir-ikisine göz atalım (imlâya, noktaya virgüle dokunmuyorum):
Bir yerde müslümanlar arasında kavga çatışma varsa,bilinmeli ki orda şeytan vardır.Gerçek müslümanarın yön verdiği olay ve toplumlara,Allah Korkusundan kaynaklanan,barış,hikmet,ittifak ve bereket vardır

24 Nisan 2017 Pazartesi

İş Cinayetleri • 28 Nisan "Yas Günü" olsun

80 ülke, 28 Nisan'ı iş cinayetlerinde can verenler için "Yas Günü" kabul etti. Türkiye'nin de etmesini isteyenler yıllardır uğraşıyor, bu talebi dillendirmek için yürüyüşler yapıyor. "İş kazası" diye bir şey yoktur aslında. Çünkü öngörülebilir ve önlenebilir olan şeye kaza denmez.



Birini öldürürseniz hapse girersiniz. Ama işçisini ölüme yollayan cezasız kalıyor. Toplum düzenimizin ikiyüzlülüğünün en çıplak şekilde ortaya çıktığı konu, iş "kazaları" adı altında işlenen cinayetler.

23,5 Nisan

Hrant Dink'in aramızdan ayrılışının ikinci yılında düzenlenen gece için, onun bazı yazılarını oyuncu, sunucu, spiker vs. olmayan değişik insanlar okudu, bunlara eşlik edecek görüntüler hazırlandı. Bunlardan biri, Nisan'ın 23'ü ile 24'ü arasına sıkışmak üzerineydi ve Deniz Erdem'in okuduğu metne Hrant ile eşi Rakel'in çocukluk görüntüleri eşlik etti.



20 Nisan 2017 Perşembe

Han Şeyhun gaz saldırısıyla ilgili yazılar

Suriye'de, cihatçı ağırlıklı silahlı muhalefetin denetimindeki İdlib vilayetinin Han Şeyhun kasabasında 4 Nisan günü meydana gelen kimyasal silah saldırısı ile ilgili olarak, olayın teknik ve siyasî-diplomatik boyutlarına ilişkin pek çok veriyi ve iddiayı derledim, çeşitli yazılar yazdım. Bunların toplu halde bulunması ve okunması olaya dair düşünmek için yararlı olacaktır. Ayıptır söylemesi, bundan başka derli toplu kaynak da yok zaten. Bu yüzden, olayla ilgilenenlere hizmet bâbından, bu yazıların linklerini burada topluyorum.

Han Şeyhun gaz saldırısı - 1, 6 Nisan

Rusya-Suriye • Kremlin sözcüsü ne demek istedi?, 8 Nisan

Han Şeyhun gaz saldırısı - 2, 13 Nisan

"Sen önüne bak yavrum"!, 13 Nisan

Gaz saldırısı-Rusya • "Göz yummadık, katılmadık", 15 Nisan

Kimyasal saldırısı • "Krater ufak" iddiası, 20 Nisan

Kimyasal saldırısı • "Krater ufak" iddiası

Birleşmiş Milletler’in eski silah denetçisi, Avusturalya Savunma İstihbarat Örgütü’nün eski direktörü Rod Barton, Han Şeyhun gaz saldırısına ilişkin yeni sorular yarattı. Barton, Han Şeyhun’daki bir caddede kimyasal silahı taşıyan bombanın yolaçtığı söylenen kraterin, bu kadar çok insanı öldürecek patlamaya göre küçük olduğunu ileri sürdü.

Irak’ın biyolojik savaş programını ortaya çıkaran ekipte görev yapmış olan Barton, çukurdaki kapsülün Suriye yapımı olduğuna, fakat roketle atılıp atılmadığını henüz bilmediğimize işaret etti. Barton’a göre, seksen kişiyi öldürecek çaptaki kimyasal silahın bir tek ufak roketle atılmış olması mümkün değil. Fotoğraflarda gördüğümüz krateri açacak roketle ancak “birkaç litre” kimyasal silah atılabilir, diyor Barton.

Rod Barton, saldırıyı Suriye’nin yaptığından şüpheli. Buna karşılık, herhangi bir miktarda sarini hazırlamanın kolay olmadığını, silahlı muhalif grupların bunu becerebilecek donanıma sahip bulunmadığını da söylüyor. “İslâm Devleti” örgütü veya başka grupların daha önce kimyasal silah imal ettiğini, ama hardal gazı yapabildiklerini, sarin yapabilmeleri ihtimaline şüpheyle yaklaştığını belirten Barton, Türkiye Sağlık Bakanlığı’nın sarin bulgusuna da şüpheyle bakıyor, laboratuvar analizleri ve örnek eşleme alanında Ankara’nın elinde yeterli teknoloji ve uzmanlık bulunduğundan emin olmadığını söylüyor.

* * *

Barton'ın görüşlerini daha önce burada ve P24'te yayımladığım Han Şeyhun yazılarına ilave edebilirsiniz.

"Hayır ve Ötesi"nin açıklaması • Vaziyet vahim

Hayır ve Ötesi inisiyatifinin referandum sonuçlarına ilişkin açıklamasını olduğu gibi sunuyorum. 961 sandıkta oylarının tamamının evet çıktığını, bu sandıkların yaklaşık üçte birinde seçmenlerinin eksiksiz hepsinin gidip oy atmış göründüğünü, Viranşehir'de birçok seçmenin imzasının tek elden çıkma olduğunu belirtmekle yetineyim. Açıklama şöyle:
İki ay boyunca yaptığımız çalışmalar süresince "Sandık Bize Emanet" demiştik. Gereğini yerine getirmenin gönül rahatlığıyla bu ön raporu bilgilerinize sunuyoruz.

16 Nisan 2017 Pazar günü yapılan Anayasa Değişikliği Halk oylaması ile ilgili olarak; emaneti sahiplenen gönüllülerimizden gelen ve halihazırda toplam kullanılan oyların yaklaşık yüzde 25’ine karşılık gelen tutanak bilgileri Hayır ve Ötesi veri sistemine kaydedilmiş durumdadır. Veri girişi işlemleri ve seçmen sandığı bazında veri analiz çalışmaları aynı titizlikle devam etmektedir.

Bu çerçevede, Hayır ve Ötesi gönüllülerinin temin ettiği ve veri sistemine girişi yapılan ıslak imzalı sandık sonuç tutanakları tek tek incelenmiş; YSK verileriyle birlikte değerlendirilmek suretiyle aşağıdaki tespitler yapılmıştır. Bu tespitler ön çalışma sonuçları olup, detay ve tam kapsamlı rapor tamamlanmasının hemen akabinde kamuoyunun dikkatine ayrıca sunulacaktır.

Tespit 1

YSK verilerine, aşağıda örnekleri de verilen, başta Şanlıurfa’nın Akçakale, Viranşehir, Hilvan ve Muş’un Hasköy, Yozgat’ın Çekerek ilçeleriyle, Sakarya’nın Akyazı ilçesi olmak üzere; 961 adet seçmen sandığında kullanılan oyların tamamı, yani yüzde 100’ü EVET mühürlü olup, HAYIR mühürlü oy adet ve yüzde olarak SIFIR’dır.

1 Kasım 2015 Genel Seçimlerinde, ihmal edilemeyecek derecede muhalefet partisi seçmenine sahip olduğu anlaşılan söz konusu sandıklardaki bu sonuç, hayatın olağan akışına ters olarak değerlendirilmektedir.

19 Nisan 2017 Çarşamba

Kayyım atanan yerlerde Kürt oyları

Belediyelerinden seçilmiş insanların sürüldüğü, kiminin hapse atıldığı, yerlerine kayyım atanan 72 belediyenin 55’inde hayır çıktı.

Diyarbakır’da (bütün şehir) % 67,6,
Sur’da % 64,9,
Kayapınar’da % 69,1,
Van/Özalp’te % 78,6,
Başkale’de % 81,4,
Saray’da % 71,6,
Mardin/Nusaybin’de % 78,9,
Hakkâri’de % 72,6,
Şırnak/Cizre’de % 80,8,
Uludere’de % 70,6,
Batman’da % 67,9,
Ağrı/Diyadin’de % 68,1,
Doğubeyazıt’ta % 76,2,
Erzurum/Karayazı’da % 60,
Iğdır/Tuzluca’da % 61,9,
Muş/Bulanık’ta % 72,1,
Varto’da % 86,
Malazgirt’te % 71,5,
Dersim’de % 85,8,
Mersin/Akdeniz Belediyesi’nde % 76,3,
Kars/Digor’da % 71,2 oranlarındaki hayır oyları göze çarpıyor.

Kayyım atanan yerlerin 17’sinde evet çıktı:

Diyarbakır/Hani’de % 56,1’le,
Van/Gürpınar’da % 53,4’le,
Bahçesaray’da % 68’le,
Mardin/Artuklu’da % 58,2’yle,
Ömerli’de % 60,9’la,
Savur’da % 50,4’le,
Batman/Gercüş’te % 61,6’yla,
Siirt/Baykan’da % 53’le,
Ağrı/Tutak’ta % 56,5’le,
Erzurum/Hınıs’ta % 51,3’le,
Urfa/Viranşehir’de % 58,2’yle,
Bozova’da % 65,6’yla,
Bitlis’te % 60’la,
Mutki’de % 86,4’le (bu rekor!),
Hizan’da % 67,4’le,
Güroymak’ta % 56’yla,
Elazığ Karakoçan’da % 57,8’le.

Kürt illerinde, yakın zamanda yaşananlar, tehditler, birçok yerde sandıkların çevresinde polisin, jandarmanın, özel harekâtçıların, korucuların bulunması, rahat oy kullanamayıp geri dönen yurttaşların olmasının yanısıra oy verme ve sayım işlemleri sırasında tuhaf işler döndüğü yolunda güçlü şüpheler var. Tek bir hayır oyunun bile çıkmadığı, evet’lerin blok halinde bulunduğu sandıklar, meşhur mühürsüz zarflar gani. Kapısında sivil bir adamın kaleşnikofla beklediği "evet'çi" sandık fotoğrafı bile gördük.

Son iki yılda yaşanan maddî-manevî yıkım sürecine rağmen, özellikle kayyım atanmış yerlerde Kürtlerin boşvermedikleri, koyvermedikleri görülüyor. Gidip hayır oylarını atmışlar.

Buna rağmen, Türkiye’nin batısındaki muhaliflerin bir kısmına yaranamadılar. Referandumun hemen ertesi günü, “Erdoğan Kürtler sayesinde kazandı” muhabbetleri başladı. Artık epeyce sinir bozan ve pek tedavi edilebilir de gözükmeyen bu pişkin ve küstahça tavır hakkında uzun boylu konuşacak laf yok. İzan ve utanma arlanma duygusu sonradan kazanılamıyor demek ki.

15 Nisan 2017 Cumartesi

Gaz saldırısı-Rusya • "Göz yummadık, katılmadık"

Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'nde (OPCW) Rusya adına bulunan Daimi Temsilci Aleksandr Şulgin, Han Şeyhun gaz saldırısı konusunda Rusya'nın tavrına ışık tutabilecek sözler etti. Sputnik'in haberine göre, Şulgin, "Suriye'deki trajik olaylara müsamaha gösterdiğimiz, hattâ kimyasal silahla işlenen suça katıldığımız yönündeki suçlamaları şiddetle reddediyoruz," diye konuştu. OPCW İcra Konseyi'nin acil toplantısında konuşan Şulgin, kimyasal saldırıdan haberdar olduklarına dair iddia için, "Bu düpedüz yalan," dedi.

Şulgin'in "trajik olaylar" demesi normal, çünkü Rusya El-Kaide'cilere ait kimyasal silah deposunun vurulduğunu, gazın buradan sızdığını iddia etmişti. Fakat "müsamaha göstermek"ten sözedince işler değişiyor. Burada müsamaha, açık ki, Esad'ın gaz saldırısı yapmasına göz yummak anlamına geliyor. Suçlandıkları şey bu, buna cevap veriliyor. Şulgin de "bunu yapmadık" demiş oluyor. Devamını da "kimyasal silahla işlenen suçlar" diye getiriyor. "Katılmadık" diyor. Oysa resmî versiyona göre zaten katılabilecekleri bir eylem sözkonusu değil. Ancak cihatçıların kimyasal deposunun bombalanmasına katılmış olabilirler. O zaman bütün bu lafların edilmesi gerekmez.

Rusya'nın olaydaki konumu-tavrı, saldırının failine ilişkin güçlü karine oluşturduğu için hayatî.

Şulgin'in sözlerini, Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov'un geçenlerde aktardığım demecine bağlı olarak okumak ilginç olur: "ABD-Suriye • Kremlin sözcüsü ne demek istedi?"

Bu haftaki P24 yazımda da Rusya'nın konumuna ilişkin kısımlar var: "Han Şeyhun gaz saldırısı - 2"

13 Nisan 2017 Perşembe

"Sen önüne bak yavrum"!

Han Şeyhun gaz saldırısı, birkaç ayrı kulvarda gelişmelere yolaçacak gibi görünüyor. Bunlardan biri, Ankara-Moskova ilişkileri. Bu alandaki bir-iki ufak işarete göz atmak, Türkiye’nin, özellikle dış ilişkiler alanında nasıl acemice, nasıl idraksizce, nasıl bodoslama yönetildiğini anlamak bakımından yararlı.

Bakın, bir-iki olayı ardarda dizince nasıl bir manzara ortaya çıkıyor:

Merkezi Lahey’de (Hollanda) bulunan Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nden (OPCW) uzmanlar Türkiye’ye geldi. Görevleri, Han Şeyhun saldırısında kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığını tesbit etmek. (Kimin kullandığını değil!) Kurbanlardan alınan örnekleri ve başka verileri inceleyecekler, üç-dört hafta içerisinde hükme varacaklar.

Türkiye Cumhuriyeti’nde yetişmiş insanlar olarak bu son derece gereksiz ve saçma vaziyet karşısında infiale kapılmak hakkımız: Daha neyi araştıracaklar? Biz, tarafımıza göre, kimin attığından bile eminiz. Yalan yanlış bin türlü delilimiz var. Fakat zaten bizim delile de ihtiyacımız yok.

Ne yazık ki işler böyle yürümüyor. Çünkü uluslararası düzeyde otoritesi ve tarafsızlığı kabul edilmiş uluslararası kurallar, usûller, örgütler var.

Ve şu anda şu dünyada eğer bir devletin yetkililerinin şuursuzca ortaya atlamayıp bu uluslararası teamüllere işaret etmesi gerekiyorsa, her şeyden önce kendilerinin hayrınaysa, o bizimkidir.

Bu yüzden de, TC sağlık bakanının, son derece nazik ilişkilerin pamuk ipliği üzerinde yürütülebildiği Rusya yöneticilerinin gözünün içine baka baka, “Han Şeyhun’da sarin kullanıldığı kanıtlandı” açıklaması yapması, Moskova’da birilerinin sandalyelerinden düşmesine falan yolaçıyor.

Bunlar yerlerine tekrar oturduklarında muhtemelen öfkelerini yatıştırmış, üç sonraki adımı tasarlıyor oluyorlar, biz de dışişleri bakanının bitirim yeni yetme tarzı yeni demecini hazmetmeye uğraşıyor oluyoruz.

Sonra birden, nasıl aşağılandığını bile anlamadan aşağılanıyorsun. Rusya Dışişleri Sözcüsü Maria Zaharova, haftalık olağan basın toplantısında, hiç ama hiç olağan olmayan bir tavır takınıyor, “sen önüne bak yavrum” demeye getiriyor. Zaharova’ya TC sağlık bakanının “sarin kullanıldı, kesin” açıklaması soruldu. Sözcü önce, bu konudaki tesbiti Türkiye’nin değil Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün yapması gerektiğini hatırlattı. “Bence,” diye devam etti, “Türkiye sağlık bakanlığı, turizm sezonu öncesinde deniz sularının analizi, turizm belgelerindekiler de dahil olmak üzere gıda ürünlerinin kalite kontrolu ile uğraşmalı.”

Kesiveririz turistinizi! Rus uçağını düşürdükten sonra düşülen durum ders olmadı. Hiçbir şey ders olmuyor. İdrak yetmiyor.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Gölgeler'i sevmeyen Üç Hilal'ci RTE'ci

Şahsın esrarını çözemedim. Ama gayret ettim. 9 Nisan Pazar günü, İstiklâl Sokağı'nda yürümekteydim. Hayır, yanlış yazmadım, caddesi değil; Şişli'de, Cumhuriyet gazetesinin de bulunduğu sokak. Cevahir AVM yapılırken nasıl olduysa yıkılmayan, böylelikle belki de ülkemizde kıymeti bilinen üç-beş parça eski eşya arasına girebilen sâbık İETT garajı idare binasına karşı kaldırımdan azıcık baktıktan sonra başımı çevirdim ve ilk eserle karşılaştım.


Gerçi sokağa girip azıcık ilerleyince şahsın ortalıkta sağlam "hayır" panosu bırakmamaya kararlı olduğu görülüyordu.


Ya da belki, "iş"in üzerine "iş" bindirerek, güncel sanatta yaygın bir tutumu paylaşıyordu.


İlk eseri gördüğümde, R.T.E. sevgisini yaldızlı boyayla dile getiren kimsenin duvara MHP'nin üç hilalini çizmesini yadırgamamış, İslâmcılığın milliyetçilik ve ırkçılıkla mâhut buluşmasının somut, bireysel tezahürü saymıştım. Veya Ülkücüleri Evet'e gazlamaya çalışan bir AKP'li. Aklıma daha çok takılan, şahsın "Gölgeler"den ne istediğiydi. Üç hilal'le R.T.E.'yi duygu dünyasında biraraya getirebilmiş "Reisçi" şahıs, "Gölgeler"de bu dünyaya yabancı birşeyler bulmuş olmalıydı.


Sezmişti, hissetmişti, bir şey olmuştu... "Gölgeler"i, varlığından rahatsız olduğu birilerinin dünyasından gelme işaret saydı. Sokakta gezmeye bile hakları olmadığı halde duvarlara birşeyler çizenlerin... Yoksa her gördüğü yerde üzerlerine niye üç hilal çizsin, değil mi? Ya da belki, hiç alâkası yok, sadece elindeki yaldız boyanın siyah zemin üzerinde daha fiyakalı gözükeceğini düşündü.

8 Nisan 2017 Cumartesi

ABD-Suriye • Kremlin sözcüsü ne demek istedi?

"Moskova'nın uluslararası yayın organı" diye tanımlanan RT, dün (6 Nisan) bir haber yayımladı. Haberin başlığı şuydu: "Peskov: Moskova'nın Şam'a desteği 'şartsız değil', Esad Rusya'nın emirleriyle hareket etmiyor".

Haberin, bu başlığın çıkarılmasına yolaçan ilk kısmı şöyleydi:
Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov, AP'ye, Suriye krizini çözmek için Rusya'nın Başkan Beşar Esad yönetimine verdiği desteğin "şartsız olmadığını" söyledi, Moskova'nın, Esad'a emirler verip bunlara uymasını bekleyemeyeceğini ekledi. Rusya ve Suriye yönetiminin "bir işbirliği, görüş alışverişi ve karşılıklı tam destek ilişkisi" için anlaşmış olduğunu belirten Peskov, iki devletin ilişkisinin hiyeyarşik olmayıp eşitler ilişkisi olduğuna dikkat çekti. Sözcü, Moskova'nın Şam'a desteğinin şartsız olmadığını, "bugünün dünyasında şartsız destek mümkün değildir" sözleriyle ifade etti, şöyle dedi: "Moskova'nın, Bay Esad'ı Moskova'da her ne isteniyora onu yapması için ikna edebileceğini söylemek doğru değil". Peskov, Moskova'nın Şam'ın eylemlerini yönetebileceği yollu varsayımlar için, "Tamamen yanlış," dedi. Peskov'un sözleri, Suriye'nin İdlib vilayetinde onlarca insanın hayatına mal olan, kimyasal silah saldırısı olmasından şüphelenilen olayın hemen iki gün üstüne geldi.
Sizce böyle bir demeç niye verilmiş olabilir? Ve niye böyle sunulmuş olabilir?

30 Mart 2017 Perşembe

Küçük adamlar, büyük hırslar • Yazı dizisi

Bir yazı dizisi hazırladım, bugünden itibaren Duvar'da yayımlanıyor. Konular, ABD'nin yeni başkanı Donald Trump'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı yapmışken bir ay geçmeden görevden aldığı Emekli General Michael Flynn, generalin Türkiye için lobi yapsın diye tutulması, bunun "Hollanda kökenli Türk şirketi" için "siyasî iklim analizi" yapıyormuş gibi sunulmaya çalışılması, becerilememesi, Flynn'in haşin İslâm düşmanlığından bir anda AKP ve Erdoğan'ın dostu haline gelişi, Türk bakanlarla eski istihbaratçıların Gülen'i kaçırma planı yaptığını ileri süren eski CIA başkanı, Gulenopoly oyunu, ardarda dizilen yalanlar, büyük yetkilere sahip küçük insanların yediği haltlar, vesaire. Dizi yedi gün sürecek. Göz atacağınızı, ilginizi çekeceğini, hepsini okuyacağınızı umuyorum.

Gazeteci arkadaşlar için küçük bir not: Derinlemesine bilmediğim bir alanda çok fazla ayrıntıyı biraraya getirerek, bağlantılar kurarak bir hikâye oluşturmaya çalıştım. Yanlışlar yapmış olabilirim. Lütfen gözünüze çarpan yanlışlarım olursa beni Twitter'dan uyarın.

24 Mart 2017 Cuma

Böke, "CHP nedir?" sorusunu cevaplamış

Duvar gazetesinde, İrfan Aktan'ın CHP Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü Selin Sayek Böke ile yaptığı görüşme yayımlandı. Başlığa Böke'nin "yeni bir hikâye yazmamız lazım" sözü çıkarılmıştı, ama, çağrıştırdığının aksine, Böke yazılacak hikâyeden bahsetmeye ekonomi dolayımından girişmişti. Olsun. Yeni hikâye yeni hikâyedir. Hele CHP'nin yeni bir şey yapması, üstelik hikâye yazması vaat ediliyorsa, ne kadar heyecan verici!

Heyecan ve CHP kavramlarının birbirine mesafesi ne kadardır? Heyecan nãmına neyimiz kaldıysa ağır yaralamaya aday bu soruyu derhal kenara atalım. Yaralı tedavisiyle uğraşmayalım boşuna; nasılsa heyecan nâmına herhangi bir şeyimiz kaldıysa bu görüşmeden birkaç soru-cevabı ardarda okuduktan sonra o da feci şekilde can verecek. Buyurun, İrfan Aktan soruyor:

"...Dış politikadan sorumlu genel başkan yardımcınız Öztürk Yılmaz, 'Türk askerleri Suriye El Bab’da şehit olurken, Türkiye’de askere alınabilecek yaşta Suriyeliler Türk kızlarıyla geziyor' demişti. Bu tür sözleri nasıl izah ediyorsunuz?"

Selin Sayek Böke cevaben şunları anlatıyor:

20 Mart 2017 Pazartesi

Şam'da ne oldu?

Suriye rejimi dün beklenmedik bir saldırıyla karşı karşıya kaldı. Üstelik başkent Şam’da, Eski Şehir'e iki kilometre uzaklıkta. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ, El-Kaide), Ahrar el-Şam ve Feylak el-Rahman elemanlarından oluşan silahlı gruplar, bazı tesis ve sokakları ele geçirdiler, Suriye başkentinde telaş ve heyecana -ve ardından ordunun haşin karşılığına- sebep oldular. Hücumun bir zamandır hazırlandığı belliydi, çünkü militanlar rejimin elindeki kesimlere birtakım tünelleri kullanarak sızdılar.

[ DÜZELTME / 21 MART / 23:40 / Cihatçıların bugün Hama'da başlayan büyük "taarruz"u HTŞ önderliğinde sürüyor. Bazı ÖSO grupları ile Türkistan İslâmî Partisi de bunlara katılıyor. Fakat Ahrar el-Şam'ın katılmasını HTŞ önderliğinin kesin olarak reddettiği iddia ediliyor. Oysa Şam saldırısında böyle bir ayrılık gayrılık görülmemişti. Ancak Ahrar'cıların videolarını gördük, ilk intihar eylemcilerini de HTŞ kamuoyuna "takdim etti". Hama'daki vaziyet -doğruysa- yeni bir cihatçılar arası diplomatik soruna işaret ediyor olabilir. Başka haberlere göre de Ahrar, başka birçok örgütle birlikte Hama saldırısına katılıyor. ]

Saldırıların ilk aşamasında Şam’ın doğusunda meydana gelen iki büyük patlama, intihar saldırılarının sonucuydu. Bunları yapan eylemcilerin kimlikleri ve fotoğrafları, HTŞ tarafından yayımlandı. Eylemcilerden biri Suudi vatandaşı. Yani işin siyasî yönü şöyle özetlenebilir: Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte Fırat Kalkanı Harekâtı'nı yürüten aslî silahlı güç, Ahrar el-Şam, El-Kaide ile yanyana, Türkiye'nin müttefiki Rusya'nın müttefiki Suriye'nin başkentine saldırdı. Siyasî yönü bırakalım en iyisi.

17 Mart 2017 Cuma

Ankara Ahrar ile ne yapacak?

Türkiye'nin "Suriye politikası", hepimizin gözleri önünde cereyan eden ama yetkililerin, hakkında konuşmaktansa havaya bakıp ıslık çalmayı yeğlediği süreç sonucunda, Rusya'dan alınacak-alınamayacak icazete tâbi hale geldi. Bunun ilk sonucu, Esad'ı devirme hedefinden vazgeçilmesi. Nitekim bu, iktidar propaganda aygıtının en militan organından bile açıkça telaffuz edildi, Esad'la masaya oturulabileceği söylendi.

Ahrar el-Şam, Suriye silahlı cihatçı muhalefetinin en önemli örgütü. Cihatçı olmayan muhalif kesimlerle de iyi geçinmeye, kapsayıcı olmaya çabalıyor, kendini "ulusal" çerçevedeki hedeflere bağlı, bütün ülke için çözüm düşünen, ulusal bir örgüt olarak sunmaya gayret ediyor. Nitekim son açıklamada da, "Ahrar Şam olarak tek derdimiz, Suriye devriminin ilkelerini korumak, özellikle de halkımızın özgürlüğünü ve izzetini kazanmak," diyorlar. Ancak, yakın zamanda içerisinden çıkan bir grubun El-Kaide'ye katılmasının, Ahrar'ın bir önceki liderinin hâlihazırda Heyet Tahrir el-Şam'ın başında olmasının da gösterdiği üzre, bütün bunlar hayli tartışmalı, sallantılı, bulanık mevzular.

Halen Ahrar'ın başında, hemen her yerde "Türkiye yanlısı" olduğu belirtilen, pek çok yerde de "Ankara'nın adamı" olarak anılan Ebu Ammar el-Ömer var. Ebu Ammar, "Suriye Devrimi'nin altıncı yılı" dolayısıyla bir konuşma yaptı, örgütün hedeflerini, güncel siyasî konumunu açıkladı. Ahrar'ın Türkçe Twitter hesabından madde madde özetlenerek duyurulan açıklamada Ankara'yı zora sokacak noktalar var. Bakalım, tercüme edelim:

Yüz on sekiz eser

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sakarya’daki “toplu açılış” töreninde yaptığı konuşmayı Hürriyet uzun uzun aktardı.

Bazen haberleri okuyuşum, trafiğin vızır vızır aktığı bir caddenin öte yanında yapılan konuşmayı dinler gibi: kelimeler, kelime grupları, aralarındaki sessizlikler, hepsi bulabildikleri boşluklarda suratıma çarpıyor. Kesilmiş su musluktan yeniden akmaya başladığında, tıksırıklar eşliğinde, beraberinde bir sürü yabancı madde getirir, karşı kaldırımdan üstüme fırlatılanlar da bunların eviyelere saldırışı gibi; kulak, yanak, şakak, neremi bulurlarsa oraya saplanıyorlar.

Cumhurbaşkanının konuşmasını karşı kaldırımdan, sürücüsü cep telefonuna dalmış fakat muhtemel kazada yüzde yüz haklılığına şimdiden inanmış arabalar, dikkatli bakışların yan yan gittiğini yakalayabildiği, façası bozuk minibüsler, henüz borcunun ödenmediği gün aşırı yıkanmasından belli van’lar, kimseyi umursamayan, kullananı görünmeyen jipler, onları da umursamayan halk otobüsleri imkân verdiği ölçüde dinleseydim anca böyle olurdu. Niyeyse bünyem böyle haberleri bölük pörçük etmeden işleme sokamıyor.

13 Mart 2017 Pazartesi

Fantastik bir Gökçek hadisesi

İsrail gazetesi Haaretz, 12 Mart Pazar günü Türkiye-Hollanda krizi vesilesiyle bir derleme haber yayımladı. Bu haberin içerisinde pek tuhaf, ama Türkiye sözkonusu olduğunda bile pek tuhaf, yaşadığımız dönem gözönüne alındığında bile pek tuhaf, olayın kahramanı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek hesaba katıldığında bile yine pek tuhaf bir olaydan sözediliyordu.

Haaretz'e göre, Melih Gökçek, bir grup Amerikalı gazeteciyi Ankara'ya davet etmişti. Vaadi, gazetecileri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile görüştürmekti. Herhalde Haaretz'in isimlerini vermediği gazeteciler bu ziyafete koşa koşa gelmişlerdir.

Lâkin, habere göre Gökçek gazetecileri bu üç şahsiyetle görüştürmedi! Bunun yerine onlara 15 Temmuz darbe girişimi gecesine ait kanlı görüntüler izletti. Bu sürecin nasıl yaşandığını merak etmemek elde değil. Gazeteciler, "Nasıl yani? Ne demek görüşmüyoruz?"u falan nasıl söylediler, olanı nasıl idrak ettiler, Gökçek ne izahat yaptı, vs.

Fakat daha büyük merak konusu, Gökçek'in, vaat ettiği görüşmeler yerine, videonun ardından konuk gazetecilere anlattıkları karşısında Amerikalı basın mensuplarının ne yaptığı. Zira Melih Gökçek gazetecilere, "İslâm Devleti" örgütünü (İD, DAİŞ) ABD'nin yarattığına, ABD ile İsrail'in beraberce, fay hattından enerji çalmak için Türkiye'de yapay deprem tertiplediğine dair komplo teorileri anlatmış!

Sözkonusu gazetecilerden biri yaşananları anlatsa da öğrensek. İnsan inanmakta zorlanıyor.

[ GÜNCELLEME / New York Times muhabiri Gardiner Harris tam da bunu yapmış, başlarından geçenleri anlatmış: "Turkish Attempt to Close Gap With the West Seems to Widen It". ]

11 Mart 2017 Cumartesi

Mahvedeceğimiz Hollandalılar kim?

Hollanda TC Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu'na uçuş izni vermeyince Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu ülkenin yöneticilerine saydırdı. Cumhurbaşkanının Bağcılar konuşmasından en çok hoşuma giden bölümü azıcık didikleyeyim izninizle.

"Sen istediğin kadar dışişleri bakanımızın uçağını kaldırma," diye postayı koydu Erdoğan. "Bundan sonra senin uçakların bakalım Türkiye’ye nasıl gelecek?" Fakat sanırım tam bu noktada bir aydınlanma oldu. Cumhurbaşkanı, bu sözlerin hepimizi önemli bir soruyla karşı karşıya bıraktığını fark etti: Hollanda'dan Türkiye'ye kim gelecek de Ankara engelleyince Hollanda zararlı çıkacak? Olsa olsa Hollandalı turist gelemez, herhalde bundan zarar görecek olan da Hollandalılar değildir. Başka yerlere giderler.

Erdoğan virajı şöyle aldı: "Tabiî ben burada diplomasiyi konuşuyorum, vatandaşların seyahatini değil. O ayrı bir konu." Yok! Demek turistler gelebilecek. O halde hangi uçaklar inemeyecek?

Yani esas soru bâki: Hollanda'dan Türkiye'ye kim gelecek de Ankara engelleyince Hollanda zararlı çıkacak?

Bizim bu basit soruları sormamamız gerektiğini, meseleleri bilen devlet büyüklerinin her şeyi düşünüp gerekli tedbirleri alacaklarını şöyle bildirdi Erdoğan: "Bunların değerlendirmesini ona göre yapacağız."

Nelerin? Ve neye göre?

Cevapları büyükler bilir, biz bilemeyiz. Evlad-ı fatihan cevap aramaz, Reis'e kulak verir. Erdoğan şöyle devam etti: "Bunlar ne siyaset biliyor, ne uluslararası diplomasi nedir onu biliyor. Bunlar bu kadar ürkek, bu kadar korkak, bunlar Nazi kalıntısı, bunlar faşist bunu böyle biliniz."

Peki.

6 Mart 2017 Pazartesi

Fotoğraf sergim: "Ya Değilse?"

O fotoğrafları içimde bir musibet büyürken çekmişim, haberim yoktu. Fotoğrafların musibetle alâkası yok. "İçimle" alâkaları var mı? Ondan da emin değilim. Ama kesinlikle birşeylerin içiyle, dibiyle, derinliğiyle var. Görünene yaklaştıkça ötesine geçiliyor, oradan nerelere gidiliyor?

Nerelere? Fotoğrafları gösterdiğim arkadaşlarım epeyce dolaştılar, ilginç olduğunu söyledikleri geziler yaptılar, geniş gözüken daracık alanlarda. Onların teşviki, yine bir arkadaşımın, Yiğit Ekmekçi'nin yardımı ve desteği ile, "Bunlardan bir sergi olur mu, olmalı mı?" sorularına cevap buldum.

Serginin gerçekleşmesini sağlayan herkesi daha sonra takdim edeceğim. Şimdilik kısa bir duyuruyla yetiniyorum. "Ya Değilse? / If Not?" adını taşıyan sergim 9 Mart günü açılıyor. Referandumun bir gün öncesine, ­15 Nisan'a kadar açık kalacak. (Galeri yalnız pazartesileri kapalı.) Sergi, Sanatorium sanat galerisinde. Sanatorium, Beyoğlu, Asmalımescit Sokak'ta.


Gerisi, Sanatorium'un sergi için yayımladığı bültenden:

"...sergi, izleyiciyi anlatıcı konumuna çekiyor. Seçme ve yorumlama macerasına çağırıyor. Bir eleme­ ayıklama işlemi olarak görme eylemi, görememe hali... Eğlenceli de olabilir ürkütücü de. Özgün mekânsallık ve bağlamından koparılmış ayrıntı kendini mekân olarak sunuyor. Geçerseniz karanlığa düşebileceğinizi hissettiren aralıklarla, kaynağı belirsiz ışıklarla, algılama, görme, bilme, tanıma iddialarımız hakkında bizi şüpheye düşürüyor. Ya kolektif hafızamızı, yanıbaşımızda oldukları halde göremediklerimizi de görerek kurabilseydik?"

27 Şubat 2017 Pazartesi

Medya, politik psikoloji, devlet, "terör"

Al Jazeera Türk'te, Politik Psikoloji Derneği Genel Sekreteri Rifat Serav İlhan'ın bir yazısı yayımlandı: "Medya ve terör". Ankara Üniversitesi Politik Psikoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi danışma kurulu üyesi de olan İlhan, medyayı devletle bütünleştirmenin münasip yollarını ararken, bütünüyle işlevsizleştirmeye kapı açacak tehlikeli bir yaklaşımın tipik örneğini de sunuyor.

"Medya," diye yazıyor İlhan, "modern demokratik toplumlarda toplum ve karar vericiler arasında iletişim kurulmasında önemli rol oynar, toplumun ve karar vericilerin tutum ve kanaatlerinin şekillendirilmesinde de kullanılabilir."

Kullanacak olan kim? Yazar özneyi hemen bu cümlenin ardından isimlendirmiyor, ancak yazının her satırına sinmiş önkabulden, bunun "devlet" veya "karar vericiler" olduğunu anlıyoruz. Bir tür "millî güç" yaklaşımı, yine!

19 Şubat 2017 Pazar

"Sizden nefret ediyorum ama olmazsanız olmaz"

Arizona senatörü McCain (John Sidney McCain III), eski subay. Vietnam Savaşı’nda, Hanoi’yi bombalarken uçağı düşürüldü, ağır yaralı halde Kuzey Vietnamlılarca ele geçirildi, altı yıl kadar tutsak kaldı. Pek iyi muamele görmediğini tahmin edebiliriz. O zamandan bedeninde davranışlarını etkileyen epey hasar kaldı. Emekli olduğunda, babası ve dedesi gibi dört yıldızlı amiralliğe yükselememiş, yüzbaşı rütbesiyle yetinmişti. Rütbe bir yana, tipik "asker aile" çocuğuydu. 1982’de Temsilciler Meclisi’ne seçildi, sonra hep politikanın içinde oldu. 2008’de Obama’ya karşı Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayıydı; kaybetti. Daha önce de, 2000’de, başkan adaylığına kalkışmış, parti içinde, George W. Bush’a karşı kaybetmişti.

NBC’nin “Meet the Press” programında McCain’e, ABD’nin şu andaki başkanı Donald Trump’ın basını “Amerikan halkının düşmanı” ilan edişi hakkındaki görüşünü sordular. McCain lafa, “Basından nefret ediyorum, özellikle sizden nefret ediyorum,” diye girdi. “Ama gerçek şu ki, size ihtiyacımız var.” Senatör, “özgür basın”ı “mecburiyet”, “hayatî ihtiyaç” diye niteledi. Bildiğimiz anlamda demokrasi diye bir şey olacaksa, “özgür basın”a, hattâ “düşmanca bir basına” mutlaka ihtiyaç olduğunu söyledi. “O olmazsa,” dedi, “bireysel özgürlüklerimizin o kadar çoğunu kaybederiz ki…” Noktayı da şöyle koydu McCain: “Diktatörler işe böyle başlar.” Ne kasdettiğini soru üzerine açıkladı: “Özgür basını baskı altına alarak…”

8 Şubat 2017 Çarşamba

DAİŞ'in kolu Hama'ya uzanıyor

Silahlı muhalifler ve cihatçı gruplar arasında birleşme-ayrışmalar eşliğinde çatışmaların sürdüğü İdlib'in güneyi, yeni bir yangına mâruz. Kısa süreliğine ortadan kaybolan Cünd'ül Aksa örgütü, Liva Aksa adıyla ortaya çıktı ve Özgür Suriye Ordusu'na saldırdı. Liva Aksa, Kuzey Hama'daki (İdlib'e sınırdaş) Tayyibe el-İmam kasabasını aldı, Helfeye'yi de kuşattı. Helfeye'de ÖSO'cular Liva Aksa'ya teslim olmak zorunda kaldı, ÖSO'un en büyük silah depolarından biri de örtülü DAİŞ'çilerin eline geçmek üzere.

Çeşitli isimler altındaki El-Kaide temsilcilikleriyle öbür silahlı muhalifler arasında sürekli sorun kaynağı olan Cünd'ül Aksa örgütü sonunda Şam'ın Fethi Cephesi içerisinde erimiş, bilahare ŞFC'ciler bu örgüt mensuplarını içlerinden attıklarını söylemişlerdi. Cünd'ül Aksa hep "İslâm Devleti" örgütüyle (DAİŞ-IŞİD) bağlantılı olmakla suçlandı. Aksini söyleyen de pek çıkmadı. Ahrar el-Şam ile çatıştıktan sonra ŞFC şemsiyesi altına sığınan örgüt halen Tahrir el-Şam koalisyonu ile müttefik mi, bilmiyoruz.

31 Ocak 2017 Salı

Tahrir de Emevî Camii'ne talip

Suriye cihatçıları arasındaki yeni örgütlenme ve saflaşmaya dair bulabildiğim verileri derlediğim yazıya, yeni oluşuma katılan örgütler açıklandıkça ekliyorum. Öyle görünüyor ki, Heyet Tahrir el-Şam (HTS - Şam'ı Kurtarma Komitesi), başlıca rakibi Ahrar el-Şam'ın önderliğindeki cepheyi epey zayıflatarak, silahlı Suriye muhalefetine El-Kaide damgasını vuracak.


Bu defa ilginç bir ayrıntıyı konu edeceğim. (Birileri işaret etti de uyandım, yoksa Suriye, Şam ve Emevî Camii hakkında, bu görsel bağlantıyı kurabilecek bilgiye sahip değilim, oraları görmedim de.) HTS amblemindeki kubbenin, Suriye'nin bu simgesel camisinin kubbesine görsel gönderme olduğu söyleniyor. Mânâsı, örgütün başkenti ele geçirme ("kurtarma") hedefini önüne koymuş olduğu. Bu aynı zamanda, "Suriye muhalefeti"nin liderliği olma iddiasını taşımak demek. Ve çatısı, haliyle.

Ahrar el-Şam'ı Suriyeli silahlı muhalifler arasında en etkin, itibarlı ve güçlü örgüt yapan unsurlar zayıflıyor, örgütler-yerel birimler koalisyonu niteliğindeki Ahrar'dan pek çok parça koparak Tahrir tarafına geçiyor. Bir sonraki uluslararası barış-çözüm görüşmelerinde muhalefet adına masaya kimler oturacak, belirsiz; çünkü şu anda giderek güçlenen ve sahaya ağırlığını koyacak olan silahlı muhalefetin omurgasını Şam'ın Fethi Cephesi, yani eski el-Nusra, yani Suriye El-Kaidesi oluşturuyor ve bırakın onun diplomatik düzeyde muhatap alınmasını, şu anda hem ABD hem Rusya bu örgütü bombalıyorlar. Yeni saflaşmalar ışığında, Ankara da, düne kadar müttefiki veya beslemesi olan örgütlerle çatışmak durumunda kalabilir.

Emevî Camii'nin lafı geçtiği için, "Gel de Ahmet Davutoğlu'nu ve 'Stratejik Derinlik'i hatırlama!" diyenler çıkacaktır. Yeni Osmanlı İmparatorluğu ve İslâm Halifeliği sûretinde zuhur edecek yeni Türkiye'yi -ve muhtemelen bu arada kendini de- Ortadoğu'nun "sahibi, öncüsü ve hizmetkârı" yapmak isteyen bu zat, kubbe göndermeli amblemler gördüğünde hisleniyor mudur acaba?

Suriye'de yeni saflaşmalar, birleşmeler

[ GÜNCELLENDİ ]
Kartların yeniden karıldığı Suriye'de, oyuncular eş değiştiriyor, masalar oradan oraya itiliyor; ve içeride yeni kavgalar çıkmak üzere. Silahlı muhalefet yeni bir çehreye bürünüyor, fiilen varolan ama öyle değilmiş gibi yapılan El-Kaide hegemonyası bir tür resmiyet kazanıyor, buna karşılık, "Suriyeli" muhalefetin cihatçı-İslâmcı karışımı, kısmen köprü kısmen çatı örgütü Ahrar el-Şam bölünüyor, kaderini El-Kaide ile birleştirmeyen muhaliflerin silah ve savaş gücü çok azalıyor.

El-Kaide'den kastımız, bu örgütün Suriye kolu El-Nusra (Nusret) Cephesi iken, "El-Kaide merkeziyle bağımızı koparttık" açıklaması yapıp "Şam'ın Fethi Cephesi" adını alan teşkilat. El-Kaide merkeziyle danışıklı dövüş halinde, bizzat oraya danışılarak yapılan bu "bağımsızlık" açıklamasını kimse ciddîye almadı haliyle. Nusra'nın buradaki gayesi, öbür silahlı muhalif örgütleri kendi çatısı altında toplamak, hegemonyasını resmîleştirmek, fakat El-Kaide bağı yüzünden yoksun kalınan dış yardımları da alabilmekti. Baktılar, bu olmuyor, şimdi rejimin karşısına tek silahlı alternatif olarak çıkma hedefine yöneldiler. Önce yerel düzeyde etkinliğe, kendi alanlarına sahip örgütleri yerlerinden sürmeye veya yutmaya yöneldiler, sonra yeniden isim değiştirerek "Heyet Tahrir el-Şam" (Şam'ın Kurtuluşu Komitesi) adıyla yeni bir çatı örgütü kurdular ve biatları kabul etmeye başladılar.

Bu taktikle esas olarak başlıca rakipleri Ahrar'ın etkinliğini kırmayı amaçladıkları ortada. HTŞ'nin başına, Ahrar'ın eski lideri Haşim el-Şeyh (Ebu Cabir) geçti.

Şu ana kadar irili ufaklı birçok örgüt HTŞ'ye katıldı. Ahrar el-Şam'ı oluşturan ufak yerel örgütlerden birçoğu da taraf değiştirip HTŞ çatısı altına girdi. Yeni örgütün sahip olduğu savaşçı sayısının otuz bine ulaştığı söyleniyor.

31 Ocak itibarıyla Suriyeli cihatçı örgütler arası saflaşma şöyle:

Heyet Tahrir el-Şam tarafına geçenler:

Şam'ın Fethi Cephesi
Nureddin el-Zengi Hareketi
Ahrar el-Şam'ın Kürt kanadı (doğrulanmadı)
Ensar el-Din Cephesi
Ceyş'ül Sünne (tamamı mı, kısmen mi, kesinleşmedi)
Cemaat Fursan el-Sünne
Kataib el-Sahabe
Kataib Sukur el-İz (Marşurin)
Katibat el-Raşid
Katibat el-Şehid Muhammed el-Esfura (Helfeya)
Katibat Fursan el-Şam
Katibat Hüzeyfe bin el-Yaman
Katibat Kevafil el-Şüheda (Han Şeyhun)
Katibat Riyah el-Cenne
Katibat Taliban
Katibat Usud el-Harb
Katibat Usud el-Rahman
Liva Ahrar el-Cebel
Liva el-Abbas
Liva el-Hak
Liva el-Temkin (kısmen)
Mücahidin Aşide
Siriyet el-Aksa
Siriyet el-Hamza

[Bunların dışında, tek tek kaynaklarda şu örgüt veya grupların adları da saf değiştirenler arasında geçti - tabiî teyit etme şansım yok: Seraye el-Aksa Tugayı (Halep), Esed (Asaad) el-Hilafet, Liva el-İman'ın bir birliği (kırsal Doğu Hama), Muhammed el-Esfure, Hazeyfe bin el-Yaman (Daret İza, Halep), Usud Hamza]

Ahrar el-Şam tarafında kalanlar:

Ahrar el-Şam (kısmen)
Ceyş el-Mücahidin
Ceyş el-İslâm (İdlib)
Sukur el-Şam
Tecemmü Festakim Kama Umirt
Kataib Suvar el-Şam
Katibat el-Mutasım Billah
Katibat el-Nasır Selahaddin
Katibat el-Vela ve'l-Bera
Katibat Beyarik el-Cebel
Katibat Şüheda el-Cebel
Katibat Usud el-Sünne
Liva Ahrar el-Cenup
Liva el-Kerame
Liva Halid bin el-Velid
Liva Mikdad Bin Emra
Mücahidin İbn Teymiyye
Şam Cephesi (Batı Halep)
Liva Ömer

Önemli şahsiyetler

Cihatçıların ayrılma-birleşme dinamiğinde önemli bir fasıl da şahsiyetler. Kimisi etkinlik ve işlev bakımından önemli kimisi cihatçılar arasında itibar ve destek kazandıran çeşitli şahsiyetler de Ahrar'dan Tahrir'e doğru akıyorlar. En başta, yeni örgütün eski Ahrar lideri Haşim el-Şeyh başkanlığında kurulması zaten büyük sarsıntı. Bu yetmiyormuş gibi, Ahrar'ın eski başkomutanı Ebu Salih el-Tahhan da yeni örgütün lider kadrosunda. (Tahrir'in silahlı kuvvetinin başkomutanı o mu olacak, kesin bilmiyoruz, zira Suriye El-Kaidesi'ni var eden ve Nusra ŞFC olurken "yüzünü açan" itibarlı ve güçlü Ebu Muhammed el-Colani'nin başkomutan olacağı da söyleniyor.)

Ebu Salih el-Tahhan, Ahrar içerisinde Nusra'ya çok yakın isimlerdendi. Bu örgüt ile Ankara gayet sıkı fıkı ilişkiler içindeyken, el-Tahhan tweet'ler aracılığıyla şöyle sözler edebiliyordu: "Bize yakın olanları yabancıların yararı için satacağımızı düşünenler, kendi evimizden birilerinin zararına herhangi bir komşumuza ayrıcalık tanıyacağımızı hayal edenler aptaldır, ve ateşi harlamaya [Nusra ile Ahrar arasında kavgayı kızıştırmak -ük] çalışanlar daha da aptaldır... Savaş meydanında, Ahrar'lı kardeşi, Nusra'lı kardeşinin yarasını sarar, ve Nusra'lı kardeşi, Ahrar'lı şehidin ardından gözyaşı döker. Savaşın pekiştirdiği bu kardeşlik, Twitter'daki ahmaklar ve yanlışların üzerine atlamak için fırsat kollayanlar tarafından koparılamayacak kadar güçlüdür."

Ayrıca, Suriye cihatçıları üzerinde otorite sahibi altı din adamı yeni oluşumu desteklediklerini açıkladılar. Bunların arasında, terk edilen evlere elkonabileceğine dair fetva veren, Şiilerden "lanetli Rafızîler" diye sözeden Abdülrezzak el-Mehdi ve Suriye İçsavaşı'nın en medyatik cihatçı din adamı, Fetih Ordusu'nun müftüsü Abdullah Muhammed el-Muheysini de var. Şimdiye kadar ilkinin adının Ahrar, ikincisinin El-Kaide ile birlikte anılmış olması da bu ortak bildiriyi daha anlamlı kılıyor.

Yeni oluşuma Gazze'den de destek geldi: Ebu Hafs el-Makdisi komutasındaki Ceyş'ül Ümmet, Heyet Tahrir el-Şam'ı tebrik etti.

Çeşitli yerlerden boyuna birtakım isimler açıklanıyor, Tahrir'e katıldıkları söyleniyor. Bunları teyit etme şansım yok, yine de sıralayayım, belki birileri peşine düşer, işlerine yarar: Halil Ebu İsmail (Ahrar'ın üst düzey silah sorumlusu olduğu söyleniyor), Ebu Muhammed el-Numani (Ahrar'ın bağışlardan sorumlu merkezî biriminin başındaki adam olduğu ileri sürülüyor), Ebu İslâm (Ahrar'ın zırhlı tugay komutanlarından olduğu söyleniyor), El-Battar el-Cezrevî (şeriat hakimi olduğu söyleniyor).

Bunlara karşılık, "şunların şunların Tahrir'e geçtiği yalandır!" iddiaları da ortalıkta bol bol dolaşıyor. Tek tek iddiaların doğruluk payını bilemesek de, bütün bunlar bize ortamı anlatıyor. Manzaraya şunları eklemek gerek: Heyet Tahrir el-Şam'ın oluşumuyla birlikte, Nusra ile çeşitli örgütler arasında her tarafa yayılma eğilimi gösteren çatışmalar durulmuş gözüküyor. Ancak bu, Tahrir militanlarının Daret İza'da Şeriat mahkemesi binasını basmasını ve Ahrar'a ait bazı kontrol noktalarını ele geçirmesini engellemedi.

Fetih Ordusu ve Nureddin el-Zengi

Son gelişmeler, öncelikle, Mart 2015’te İdlip’in Suriye ordusundan alınması için ‘Fetih Ordusu’ adı altında Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan organizasyonuyla bir araya getirilen koalisyonun tamamen dağılması anlamına geliyor.

Dağılan sadece Fetih Ordusu koalisyonu değil; koca örgütler de çatırdıyor. Bunlar arasında Türkiye'yi en az Ahrar el-Şam kadar ilgilendireni, Nureddin el-Zengi Hareketi. Ankara'nın çok yakın ilişkide bulunduğu bu silahlı hareket, CIA tarafından da destekleniyordu. Fırat Kalkanı Harekâtı'yla birlikte hareketin içerisinde Türkiye'ye karşı hoşnutsuzluk başgösterdi. İdlib'ten Halep'e yardıma gelebilecek savaşçıların bunun yerine kuzeye kaydırılıp Türk Silahlı Kuvvetleri desteğinde, esas amacı Kürt kantonlarının birleşmesini önlemek olan bir askerî operasyona sürülmesi, bazı Zengi mensuplarının yüksek sesle yakınmalarına yolaçtı. "Türkiye'ye hizmet için mi savaşıyoruz!" itirazları yükseldi. Öyle görünüyor ki, bunlar kısa zamanda hareketin liderliğinin ve amaçlarının sorgulanmasına varmış. Çünkü sonunda, Nureddin el-Zengi Hareketi yeni oluşuma, HTŞ'ye katıldı, yollarını ayıranlar da gidip Feylak el-Şam’la birleştiklerini açıkladılar. Feylak el-Şam, TSK öncülüğündeki Fırat Kalkanı Harekâtı'na katılan gruplar arasında.

HTŞ saflarına geçen Nureddin el-Zengi militanlarının bugüne kadarki müttefiklerine karşı savaşmaları zor olmayacak. Çünkü böyle bir pratikleri oldu. Üstelik Halep savaşının en kritik dönemlerinden birinde. Suriye ordusu Doğu Halep'i kuşattığında, kuşatmayı kırmak için silahlı gruplar saldırıya hazırlanırken, Zengi ve yerel müttefikleri, ÖSO bileşenlerinden Tecemmü Festakim'e saldırıp depo ve cephaneliklerini soydular, örgütün liderini esir aldılar. Festakim lideri haftalarca ellerinde tutuklu kaldı.

Halep'in doğusunda silahlı gruplar egemenken oradan haber alabilenler, Zengi ile pek çok başka grubun arasının bozuk olduğunu ileri sürüyorlardı. Şimdi hareketin Ankara ile de arası açılacak gibi görünüyor.

(Arapça kelimelerin Türkçe yazılışlarında yanlışlar olabilir.)